Öğrenen Kulüplerde Kişisel Ustalık

MentalPress 30

Kişisel Yetkinlik (Ustalık)

Kişisel yetkinlik disiplini, kişinin hayatına bir sanatçının eserine yaklaştığı gibi yaklaşması, yaşamını bir oya gibi özenle işlemesidir. Kişisel yetkinlik disiplinini şu şekilde açıklayabiliriz:

Kendim için gerçekten neyin önemli olduğunu, ne yapmak istediğimi bilmem, kafamda geleceğimle ilgili ulaşmak istediğim bir resim yaratmam.

Mevcut durumumla ilgili olarak kendime karşı dürüst olmam, güçlü yönlerimi ve geliştirmem gereken yönlerimi kabul etmem.

Mevcut   durumumla   ulaşmak   istediğim   vizyon   arasındaki   farkı kapatmak için çaba göstermem.

Kişisel Yetkinlik ve Duygusal Zeka

Kişisel yetkinlik ile ilgili önemli bir unsur da duygusal zekadır. Bu konuda daha detaylı bilgi edinmek isterseniz size Daniel Goleman'ın Türkçeye de çevrilmiş olan "Duygusal Zeka" ve "İş Başında Duygusal Zeka" kitaplarını öneririz. Kişisel yetkinlik ile olan yakın ilişkisi nedeniyle burada duygusal zeka üzerinde kısaca duracağız.

Yapılan pek çok araştırma başarı ile IQ ( analitik zeka) arasında birebir ilişki olmadığını göstermektedir. Akademik anlamda çok başarılı olan bir psikolog, iş ve özel hayatında önemli sorunlar yaşayabilmektedir. Analitik olarak çok başarılı bir mühendisin kurduğu firma başarısız olabilmekte, çalışanları ve müşterileri ile iletişim problemleri yaşayabilmektedir. Yüksek lQ'nun yaşamdaki başarı için bir şart olmadığının anlaşılmış, vasat bir IQ seviyesine sahip kişilerin. son derece başarılı olabildiği görülmüştür. Tüm bunlar, başarının altındaki etkenin ne olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Son yılların gelişen teknolojileri beynin görüntülenmesini sağlayarak nasıl işlediğinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Bütün bu çalışmaların sonucunda EQ (Duygusal Zeka) kavramı ortaya çıkmıştır. IQ'nun büyük oranda kalıtsal olduğu bilinmektedir. Duygusal Zeka ise farkındalık ve üzerinde çalışmak ile büyük bir oranda geliştirilebilmekte, kişinin zorluklar karşısında pes etmemesini, hedeflerinden vazgeçmemesini, yapıcı ve uzun süreli ilişkiler kurabilmesini ve hatta fiziksel sağlını etkilemektedir. Kişisel ustalık yolculuğunuzun önemli bir bölümünü duygusal zekanız üzerine düşünmek ve çalışmak oluşturacaktır.

Duygusal Zeka Nedir?

Duygusal Zekayı, kendimizin ve başkalarının duygularının farkında olmak, bu duyguları kabul etmek ve yönlendirmek olarak tanımlayabiliriz.

Yapılan çalışmalar, insanın tüm davranışlarının altında duygularının yattığını söylüyor. Duygularımızı kabul etmediğimizde, onların davranışlarımız üzerindeki etkilerini göremeyiz ve duygularımızı tanıyıp yönlendirmek yerine onlar tarafından yönlendiriliriz. Kaygı stres, endişe, öfke gibi duygular ilişkilerimize ve fiziksel sağlımıza ciddi zararlar verebilir. Negatif duygularla, kanser, kalp, tansiyon gibi pek çok hastalık, hastaların iyileşme oranı ve iyileşme hızı arasında bağlantı olduğu görülmektedir. Negatif duygularının farkında olmayan kişinin bunların etkisinden kendini koruyabilmesini, negatif duygularını kontrol ederek olumlu duygulara dönüştürmeyi başarmasını bekleyemeyiz. Duygusal zekası gelişmiş bir birey, içinde bulunduğu duyguyu tanımlayabilir ve kendini onun etkisinden kurtarabilir. Örneğin, aşırı kaygı nedeniyle sunumunun başarısız olacağını bilir ve sunum öncesi kendini rahatlatmaya çalışır. Öfkelendiğinde kinci olduğunun farkındadır ve öfkesini başladığı anda yatıştırmaya uğraşır. Öfkesini yatıştıramıyorsa, o anda karar almamaya, eyleme geçmemeye çalışır. Mümkünse ortamdan uzaklaşarak kendisine sakinleşecek zamanı tanır. Neşenin ve mutluluğun, sağlığını, başarısını, yaratıcılığını olumlu olarak etkilediğini bilir. Mizah duygusuna, kendisine de gülebilmeye, yaşadığı anı keyifle yaşamaya önem verir.

Kendi duygularının farkında olmayan bir kişinin başkalarının duygularını anlaması ve etkileyebilmesi beklenemez. Duygusal zekasını geliştiren bir birey empati kurarak (kendini karşısındakinin yerine koyarak) onun duygularını anlayabilir. Üzgün bir insanı daha da üzecek şeyler söylemekten kaçınır. Öfkeli bir insanın üstüne gitmez. Sınav kaygısının çocuğunun başarısını nasıl etkilediğini görür ve baskı yaparak kaygı seviyesini artırmak yerine onu rahatlatmaya çalışır. Gülmenin, mutluluk, yaratıcılık ve sağlık üzerindeki etkilerinin farkındadır, bulunduğu ortama neşe katar.

Duygular bulaşıcıdır. Bulunduğumuz ortamda kendi duygularımızı yayar ve başkalarının duygularından etkileniriz.

Kişisel Vizyon

Kişisel vizyon içinizden gelir. İstediğiniz geleceğin resmidir. Kişisel vizyonunuz nerede yaşamak istediğinizi, ne kadar para kazanacağınızı ya da bankada ne kadar paranız olacağını, zamanınızı nasıl geçireceğinizi, sağlığınızın nasıl olacağını ve ne kadar mutlu olacağınızı, başkalarına nasıl yardım edeceğinizi veya içinde bulunduğunuz çevreye, topluluğa ve derneğe nasıl bir katkıda bulunacağınızı kapsıyor olabilir. Kişisel vizyonunuzdan destek alarak, istediğiniz sonuçlara ulaşmanızı sağlayacak, kişisel kapasitenizi geliştireceksiniz. Bir anlamda kişisel yetkinlik disiplinini uygulayacaksınız.

İçini ve ilişkini aydınlatmak için: Duygusal Zeka

Yirminci yüzyılın son dönemlerine kadar tanıma, anlama ve uyum yeteneği­nin, bilişsel zekâ (BZ) olarak bilinen zihinsel yeterlilikle mümkün olduğu sa­nılıyordu. Oysa, edebiyat, sanat, ilişki yönetimi ve benzeri diğer alanlarda daha farklı zihinsel fonksiyonların rol oynadığının fark edilmesi duygusal zekânın (DZ) ön plana çıkmasına neden oldu. İnsan her zaman olduğu gibi, yine zor­landığı noktada gücünün sınırlarını aramaya koyuldu. Her iki zekânın da fark­lı işlevlerinin olduğu ve birbirlerinden ayrı çalışmadıkları son yıllarda yapılan psiko-fizyoloji ve beyin MR çalışmalarıyla açıklık kazandı. Artık, "Ben karar­larımı aklımla veririm," diyen kişilerin bilimsel açıdan kabul edilemeyecek bir yargıda bulunduklarını biliyoruz. Zihinsel faaliyetleri daha da geliştirmek, sağ ve sol beyin yarıkürelerinden gelen uyarılara açık olmayla kolaylaşabilir. Bu gerçeği reddetmek bizi biz yapan etmenleri reddetmek anlamına gelir.

Bugün, kendimiz ve diğerleri adına yaşam kalitesinin yükselmesinde duygu­sal zekânın, bilişsel zekâ kadar önemli olduğuna inanılıyor. Artık bilişsel zekâ mı, duygusal zekâ mı daha önemli tartışması yapılmıyor. Kimliğimiz, itibarı­mız ve toplumsal sorumluluğumuz adına sahip olduğumuz bu yetileri en üst düzeyde kullanmak durumundayız. Zira sadece birinin varlığını ve önemini kabul etmek çift olan uzuvlarımızdan birini reddetmek gibidir.

Bilişsel ve duygusal zekâsı yüksek olanlar hayatı daha iyi anlamaya ve anlamlı kılmaya yetkindir. Bu kişiler kendilerini tanır, açık ve etkin olarak ifade eder, iş­birliği içinde yapıcı ilişkiler kurar, ahlaklıdır; kişisel ihtiyaçlarıyla ailesinin, sos­yal yaşamın, iş hayatının ilkeleri ve ihtiyaçları arasında denge kurabilir. Kişilik psikolojisinin yeni kavramları açısından bakarsak, BZ ve DZ  arasında denge­li bir uyum kurabilen kişi kimliğini ve itibarını kaybetmeden var olabilir.

Bir ressamın, eserinde tuvale yansıttığı form bilişsel zekâ; renk ve ışığın kesiş­melerinde ortaya çıkan ise duygusal zekâdır...

Psikologlar neredeyse yüz yıldır zekânın tanımını yapmaya çalışıyor. On-on beş yıl öncesine kadar zekâ dendiğinde akla gelen sadece hafıza, ilişkilendirme ve problem çözme gibi bilişsel süreçlerdi. Buna bağlı olarak zekâ ölçümleri de bilişsel yetenek ve becerilerin değerlendirilmesine dayanıyordu.

Yüksek BZ sahibi, dolayısıyla, çabuk kavrayıp öğrenen, analiz etmede yete­nekli pek çok kişinin gerek iş, gerek sosyal yaşamlarında başarısız oldukları­nın gözlenmesi, buna karşılık ortalama BZ ile şaşırtıcı başarılar gösteren insanlara rastlanması, bu kavramın sorgulanmasına yol açtı.

Araştırmacılar zekânın bilişsel olmayan boyu­tuna, bu boyutun uyum sağlama ve başarı için önem taşıdığına dikkat çekti. Ancak klasik bilişsel zekâ görüşüne ciddi anlamda karşı çıkan Gardner oldu. Gardner, tek başına akademik zekânın olmadığını ve zekânın sekiz temel bo­yutu olan geniş bir yetenekler yelpazesi olduğunu öne sürer. Bunları da sözel zekâ, mantıksal-sayısal zekâ, bedensel-kinestetik zekâ, mekânsal zekâ, müzik zekâsı, doğa zekâsı, kişiler arası zekâ, kişinin içsel zekâsı ola­rak tanımladı.

Harvard ve New Hampshire Üniversitesi psikologlarından Salovey ve Mayer, ardından yine Harvard Üniversitesinden Goleman ise neredeyse yüzyıllardır süregelen kültürel ve eğitimsel alışkanlıkları yerle bir eden yargılar ileri süre­rek zekâ kavramına bambaşka bir boyut kazandırdılar: "Duygular akıllı ka­rarlar için vazgeçilmezdir" "Duygular mantıklı olmak için gereklidir" gibi. Yapılan çalışmalar sonucunda elde edilen verilerden sonra, insan zekâsının yalnızca BZ dediğimiz bilişsel zekâdan ibaret olmadığı savı, dolayısıyla zekâ­nın bilişsel olmayan boyutu, yaşamın her alanında yerini aldı. Özellikle iş ha­yatında ve eğitim alanında hızla işlerlik kazanarak iş sonuçlarını etkileyen ki­şisel yetkinliklerin etkin bir bölümünü oluşturdu ve bu alandaki tekniklerin öğrenilmesi konusunda önemli yatırımlar yapıldı. Geride bıraktığımız yüz yıla hükmeden bilişsel zekâ idi. 21. yüzyıldı DZ en az BZ kadar önemli oldu. Böylece Bilişsel Zekanın salt sebep sonuç, ilişkisi ve sayısal velilerle yasamı sınırlayışının dışına çıkıldı. Birey ve grup dinamiklerini kavrayarak sonucu etkileme, performansı yükseltme ve yaşam kalitesini olumlu yönde geliştirme çabala­rı anlam kazandı.

Duygusal zekâ, kendimizle ve başkalarıyla başa çıkabilmeyi kolaylaştıran duy­guları tanıma, anlama ve etkin biçimde kullanma yeteneğidir, yani, başkaları­nın neyi istediklerini, neye ihtiyaç duyduklarını, güçlü ve zayıf yanlarını duy­guları değerlendirerek anlayabilmek, stresle baş acıkabilmek ve insanların çev­relerinde görmek istedikleri gibi biri olmak için gerekli bir yetkinliktir.

Gözden kaçırmamamız gereken nokta Bilişsel Zeka ve Duygusal Zekanın birbirinin alternatifi de­ğil, tamamlayıcısı olduğudur. Bunu akıl-gönül birliği olarak da tanımlamak mümkündür. Akıl gücü, duygusal zekânın hayata yansıttığı olgunluk olma­dan verimli olamaz. Aklından geçenle gönlünden geçenin kesişmesi bireyin potansiyelini ortaya koyma gücünü artırır. Hayatın anlamı ve yaşana bilirliği, aklın ve duyguların etkin kullanımından doğan sinerjide gizlidir. Yani asıl olan duygusal zekâ ile bilişsel zekânın işbirliğidir.

Bilişsel zekâ ile duygusal zekâ arasındaki fark

Ortaöğrenimden başlayarak ışık hızını, üç bilinmeyenli denklemleri, havuz problemlerini çözmeyi öğreniyoruz. Ancak iş hayal kırıklıklarıyla, korkular­la, öfkeyle başa çıkmaya, ilişkilerimizi huzurlu ve mutlu şekilde sürdürmeye geldiğinde matematik problemlerini çözebilmek pek de işe yaramıyor.

Çünkü davranışlarımızı yönlendiren, kurduğumuz ilişkileri ve niteliklerini belirleyen Bilişsel Zeka değil, ağırlıklı olarak Duygusal Zekadır. Aralarındaki en önemli fark ise, Bilişsel Zeka zor gelişirken, Duygusal Zekanın geliştirilebilir olmasıdır.

Bilişsel Zeka hayat başarısını tek başına gerçekleştiremez. Araştırmalar, Bilişsel Zekanın iş ba­şarısındaki etkisinin ortalama % 6, Duygusal Zekanın ise ortalama % 27 olduğunu gös­termiştir. Örneğin, 1940'larda Harvard Üniversitesi mezunu doksan beş öğ­renci, orta yaşlara gelinceye kadar izlendi. Okul sınavlarında yüksek başarı gösteren öğrencilerin kariyer, maaş, verimlilik gibi konularda, sınav başarıla­rı daha düşük öğrencilere kıyasla çok da ileride olmadıkları gözlenmiştir. Bu kimseler aynı zamanda ne hayatlarından daha hoşnut, ne de aile, aşk ve arka­daşlık ilişkilerinde daha mutluydular.

İs performansında ise Duygusal Zekası yüksek yöneticilerin stratejik düşünce ve so­nuç odaklılıkta daha etkin olduğu görülmüştür. Duygusal Zeka hakkındaki veriler­den biri de Bilişsel Zekanın aksine. Duygusal Zekanın her kültür için geçerli olmasıdır. Kuzey Amerika'da yapılan Duygusal Zeka testlerinde, başarılı insanlarda belirlenen ortak özel­liklerin Nijerya, Hindistan, Arjantin ve Fransa'daki başarılı insanlarla aynı olduğu ortaya çıkmıştır.

Bununla birlikte, Bilişsel Zekanın aksine, duygusal zekâ açısından cinsiyete bağlı ola­rak herhangi bir farka rastlanmamıştır. Aile ve iş ilişkilerinde kadınların, di­ğerlerini anlama ve ilişki yönetiminde daha başarılı olmalarına rağmen, ge­nel olarak duygusal zekâ katsayıları anlamlı düzeyde yüksek bulunmamış, kadınlarla erkekler Duygusal Zeka düzeylerinin genel olarak aynı olduğu görülmüştür.

Goleman'ın, "Duygusal Zeka en az Bilişsel Zeka kadar, hatta ondan daha güçlüdür ve öğrenilebi­lir," saptaması duygusal zekâya önemli bir nitelik kazandırmıştır. Duygusal zekâ yaşamın ilk yıllarından itibaren gelişmeye başlar. Çocukluğun erken dö­nemlerinden itibaren anne baba ve yakın aile ilişkileri içerisinde ilk temelle­ri atılır. 10. ayla 18. ay arasındaki dönem, bir açıdan duygusal bilincin olu­şumundaki kritik dönemdir. Çocuk ebeveyninin duygularına verdiği tepki­ler yoluyla, duygularının kabul edilme veya reddedilme koşullarını tanır ve duygularından haberdar olur. Böylece duygular, çocuğun yakın çevresiyle olan ortak yaşamında gelişme ve sağlıklı bir zemine oturma imkânını bulur. Duygusal zekânın, herkesin öğrenebileceği ve geliştirebileceği yetkinlikleri içermesi insanlara yeni bir şans sunmaktadır. Öğrenmenin sonsuzluğu, istek ve tekrara dayandığı gerçeği Duygusal Zekaya en önemli gelişim olanağını sunar.

Dünya çapında 200 şirkette yapılan yetkinlik­lerle ilgili bir araştırmada, en başarılı çalışan­ların vasat çalışanlara oranla günlük ortalama işlerde % 85, en karmaşık işlerde ise % 127 da­ha verimli olduğu bulundu. Bu farkın üçte biri teknik beceri ve bilişsel yeterliklerden, üçte ikisi duygusal yetkinliklerden kaynaklanmaktaydı

Duygular var olma­m ve yaşamı anlamlı kılmanın temelidir. Yaşam enerjisi için ana kaynaktır. Latincede duygular, motus anima, "bizi harekete geçiren ruh" olarak adlandırılmıştır. Duygularımız bize her an, yaşamsal önem taşıyan yararlı bilgiler sağlar. İlkel insan zor koşullarda yaşamını sürdürmek için duygularının ön­derliğine güvenmek zorundaydı. Çünkü duygular tehlike, kayıp, engel karşı­sında insanı harekete geçmeye hazırlayan bir tür savunmadır. Örneğin korku, tehlike anında kaçma davranışının ortaya çıkmasına yol açar.

Karar anında seçim yapabilmek konusunda insanoğlunun varoluşundan be­ri duygular yol göstermeye devam ediyor. Ne var ki, akılla etkileşimini bel­li bir dengeye oturtamayan duygular hedef şaşırtıcı, acı verici, hatta yok edi­ci olabilir. Ancak harekete geçmek için gerekli olan enerjiyi sağlayan duygu­lar, akılla birleştiğinde yol gösterici, harekete geçirici bir işlevi yerine getirir. Duygular ve duyguların ifade edilmesi evrensel özellikler taşır. Araştırmalar, insanların ve pek çok hayvanın belli duyguları aynı şekilde ifade ettiğini ve ih­tiyaçlarını duygu iletileriyle karşıladığını gösteriyor. Duyguların ifadesi, özel­likle bebeklerin gelişiminde ve çevresiyle iletişiminde büyük rol oynar. Yeni doğan bebek yaşayabilmek için tümüyle başkalarına bağımlı ve muhtaçtır. Yaşamının ilk anından itibaren başka insanlarla sosyal ilişki içinde olmak zo­rundadır; ihtiyaçlarını ifade edebilmeli ve karşısındaki de bunu anlayabilmelidir. Bunun için de düşünsel ifadelerin hayatında yer almasını bekleme şan­sı yoktur, ihtiyaçlarını ancak duygularıyla ifade ederek hayatını sürdürebi­lir. California Üniversitesi'nden Paul Ekman'ın yaptığı araştırma sonucunda, hayatlarında sinema ve televiz­yonla hiç karşılaşmamış, okuma yazma bilmeyen ve değişik kültürlerden ge­len insanların belirli yüz ifadelerindeki duyguları hemen tanıdığı ortaya çık­mıştır.

Ekman, Yeni Gine'nin ücra bölgelerinde diğer insanlardan tecrit halde yaşayan insanların bile temel duyguları tanıdığını görmüştür. Bu bilgiler duy­gunun insanlık kültüründeki ortak iletişim yollarından biri olduğunu ortaya koymaktadır. Duygular, bireyin toplum içinde yaşama şansını artırdığı için türlerin evriminde doğal ayıklanmayla korunmuştur ve bir nesilden diğeri­ne geçerek aktarılmıştır.

Duygularımızın Kaynağı

Beyin konusunda bilgilerin sınırlı olmasına karşın, duyguların kaynağı ve duygulara neden ihtiyaç duyduğumuz konusunda yeterli bilgiye sahibiz. Beyni, üst beyin ve alt beyin olarak bölümlendiririz. Biz üst beyin olarak da adlandırılan korteks bölümüyle okuruz, düşünürüz, felsefe yaparız, pa­ra kazanırız... Bu bölüm bilişsel zekânın ortaya çıktığı ve beyin hücrelerinin % 28'lik kısmının kullanıldığı yerdir. Alt beyin ise tüm duygularımızın ve iç­güdülerimizin kaynağıdır. Bu kısım beyin hücrelerinin % 72's ini kullanır ve duygusal zekâ faaliyetleri burada gerçekleşir.

Alt beynin üzerinde, onu bir halka gibi saran yapıya limbik sistem adı verilir. Limbik sistem içerisinde bulunan hipokampüs ve amigdala gibi yapılar nef­ret, korku, kızgınlık gibi duyguların ortaya çıkmasından sorumludur.

Örneğin sinirlenince kontrolümüzü kaybetmemize sebep olan yapılardan en önemlisi amigdaladır. Yapılan araştırmalar, travma sonucu amigdalası bey­nin geri kalan kısmından ayrılan kişilerin, olayların duygusal anlamını de­ğerlendirmekte zorluk çektikleri, hatta "duygusal körlük" denilen belirtile­ri gösterdikleri ortaya çıkmıştır. Duygusal körlük yaşayan kişilerin rekabet ve işbirliği güdüsü körelir, sosyal düzendeki yerleri hakkında öngörülerini kay­bederler. Duyguları körelir ve yok olur. Amigdalası alınmış ya da hasar gör­müş hayvanların da korku ve öfke duygularını yitirdikleri saptanmıştır.

Duygular düşünmeyi engelleyebilecek güce sahiptir. Bir iş ya da sorunu hal­ledebilmek için gerekli verileri akılda tutma yeteneğine "işleyen bellek" de­nilmektedir. Prefrontal korteks işleyen bellekten sorumlu beyin bölgesidir. Ancak limbik bölgeden prefrontal kortekse gelen iletiler sonucu işleyen bel­lek etkinlikleri kesintiye uğrar. Kaygı, öfke ve benzeri kuvvetli duygu sinyal­leri aktif beyin fonksiyonlarını bozar. Bu yüzden duygusal sarsıntı geçirirken, "Doğru dürüst düşünemiyorum," deriz.

Araştırmacılar tarafından yapılan çalışmalar, beyindeki bilişsel failliyetlerle duygusal faaliyetlerin bütünleştiğini göstermekledir. Bir araştırma grubunun yürüttüğü psiko-fizyoloji ve MR çalışmaları duygu ve düşün­ceyi oluşturan anatomik yapılardaki farklılaşmalar üzerine yoğunlaşmakta­dır. Karar verme durumunda, beyinde düşünceden sorumlu alanlar kadar duygudan sorumlu alanlar da izlendiğinde, her iki alanın da birbirlerine pa­ralel faaliyete geçtikleri görülmektedir.

Ayrıca, 1995 yılında yaptıkları çalışmalarda beynin duygulardan sorumlu bölgeleriyle mantıklı düşüncelerden sorumlu bölgeler arasındaki bağları za­rar görmüş kişilerle yapılan araştırmalarda, bu kişilerin yaptıkları seçimler hakkında ne hissettiklerini bilmedikleri için karar vermede zorluk çektikleri­ni, bir hata yaptıklarında da pişmanlık veya utanç duymadıklarını ve geçmiş hatalardan ders almadıklarını bulmuşlardır.

İlginç olan, bu kişilerin bilişsel açıdan sağlıklı olmalarına rağmen iş ve kişisel hayatlarında seçim yapma ve karar verme konusunda sorun yaşamaları, hat­ta bir randevu için tarih saptama gibi çok basit bir kararda bile uzun süre ta­kılıp kalabilmeleridir.

Karar vermek, kişinin farklı seçenekler arasından hedefine en uygun olanı seç­mesi demektir. Örneğin, hızlı bir otomobil mi almalı, tüm aileyi bir araya ge­tirecek rahat ve ferah bir araba mı seçmeli, yoksa sağlam ve güvenlik açısın­dan güçlü bir modele mi karar vermeli? Farklı otomobiller hakkında bilgi top­lamak, bu bilgileri analiz etmek ve değerlendirmek için beynin düşünsel böl­geleri yeterlidir. Ancak aralarından bir seçim yapmak için mutlaka duygusal ve bedensel işaretlerin yol göstermesine ihtiyaç vardır. Kişinin hız yapmak­la ilgili duygusal yaşantısı, ailesiyle bir arada zaman geçirmeyle ilgili duygu­ları ya da daha Önceki arabasıyla yaşadığı güvenlik sorunlarının yarattığı his­ler, sosyal çevresinde o arabaya atfedilen değer, verilecek olan kararı belirler. Seçeneklerden biri midesinin kasılmasına, bir başkası yüreğinin çarpmasına, bir diğeri ellerinin terlemesine neden olabilir. Bu bedensel işaretlerin karşılığı olan olumlu ya da olumsuz duygular, hangi seçeneğe karar vereceği konusun­da kişiye yol gösterir. Beynin düşünsel bölgesiyle duygusal bölgesi arasında bil­gi alışverişi kesildiğinde, kişi gerekli bilgileri toplar, değerlendirir, ancak onlar­la ilgili duygularından haberdar olamadığı için birini seçmeye karar veremez.

Duygusal zekânın karar vermeye etkisi akademik çalışmalarla belirginleştik­çe iş hayatının bu konuyu ele alışındaki ciddiyet de artmaktadır.

Uzun yıllar ekonomistler teorilerini insanların mantıklarıyla kararlar verdikleri varsayımı üzerine kurmuşlardı. Oysa 2003 yılında ekonomi ve dav­ranış konusundaki çalışmalarıyla ünlü Princeton Üniversiteli profesörlerinden psikolog Daniel Kahneman bu ina­nışı temelden sarstı. Kahneman'ın Tversky ile birlikte uzun yıllar sürdürdü­ğü araştırmalar, insanların, kendileriyle ilgili ekonomik kararlar verirken, ge­niş bir perspektif içinde planlı ve mantıklı bir biçimde değil, kısa dönemli ya­şantılar ve duygusal durumlar sonucu seçimler yapmakta olduklarını göster­di. Akılcı olmayan ve pek çok durumda olumsuz sonuçlar doğuran kararla­rın temelinde aşırı özgüven bulunmaktadır, insanlar kendi değerlendirmele­rine ve yaptıkları planlara aşırı güvenir ve inanırlar.

Bütün bunlar, en akılcı kararlarda bile duygularını istisnasız önemli bir rolü olduğunu bize gösteriyor, yani duygular akıllı kararlar alabilmek için vazge­çilmezdir. Akıl, duygusal zekâ olmadan verimli çalışamaz. Doğru olan yolu bulmakta duygusal zekânın önderliğine ihtiyaç vardır.

Kahneman çoğu insanın, hatta çoğu profesyonelin özellikle belirsizliğin ege­men olduğu durumlarda, birçok problemi çözerken alışkanlıklarına dayana­rak, karar verdiğini, kararlarının doğruluğuna bakmadığı ve sonuçları üze­rinde düşünmediği, o yüzden de tekrar tekrar yanlış kararlar verdiklerini tes­pit etmiştir. Bu da iş hayatında sürekli tekrarlanan hatalara neden olabilir. Kahneman'ın etkisiyle bugün Princeton Üniversitesi'nde Jonathan Cohen önderliğinde, karar verme konusunun çalışmalar yürütül­mektedir. Beyin faaliyetlerinin manyetik rezonans görüntüleme yöntemiyle incelendiği bu çalışmalar, ahlaki kararların da temelde duygularla verildiği­ni kanıtlamıştır.

Duyguların Özellikleri

Duygusal zekâ ile duyguların ve duygusallığın birbirinden farklı olduğu netleşmeli.

Duygular genel olarak; biyolojik kalıbı olan, türe özgülük, bireysel olma, be­dende yansıma, bulaşma, geçici olma ve patolojileşme özelliklerine sahiptir.

insana özgü temel duygular vardır. Bu duygular kültürden bağımsız, türe özgü çekirdek duygulardır. Diğer duygular zihnin zenginleşmesiyle ve kavramsal düşüncenin gelişmesiyle bu özden türer. Korku, kızgınlık, şaşkınlık, mutluluk, tiksinme genellikle çekirdeği oluşturan temel duygular olarak bilinir. Bazı görüşlere göre de bu duygular türün devamı­nı sağlayan duygulardır. Toplumların ürettiği sanat ve edebiyat­ta duygularla şekillenir.

Farklı dillerde yapılan duygu sözcüklerinin sayıları hakkında çeşitli ça­lışmalar yapılmış, ancak çoğu kez çelişkili sonuçlara ulaşılmıştır. Örneğin İngilizce'de 2000; Mollanda dilinde 1150; Tayvan Çincesinde 750; Malay dilinde 230 duygu sözcüğü saptanmış, buna karşılık Chewong dilinde ancak 7 duygu sözcüğüne rastlanmıştır. Türkçe'de ise 56 adet duygu ifade eden sözcük bulunmuştur. Öte yandan örneğin Lehçe'de "tiksinti" sözcüğünün karşılığı bulunmamakta, Avustralya yerlileri Aborijin'ler "utanç" ve "korku" duygularını tek bir sözcükle ifade et­mektedirler. Farklı kültürlerde çalışan psikiyatristler "depresyon" söz­cüğünün Batı kültürlerine özgü olduğunu, birçok kültürde bulunma­dığına dikkat çekmişlerdir. Aynı şekilde Çince'de ve Eskimolarda da "kaygı" sözcüğü bulunmamaktadır. Son tahlilde temel duygular özde aynı olmakla birlikte kültür, duygunun dış katmanlarını kendine özgü koşullar doğrultusunda şekillendirmektedir.

Duyguların biyolojik kalıpları vardır. "Duyguların kaynağı" başlığıy­la aktardığımız gibi beynin iç bölgesinde yer alan limbik sistem içeri­sindeki yapılar duyguların belli bir düzen içinde sıralanmasından so­rumludur. Bu anatomik yapılar türün biyolojik yapısına özgü ve ortak­tır. Hissedildiklerinde düşünce ve davranışı etkilerler.

Duygular kişiye özeldir. Biyolojik kalıpların aynı olmasına rağ­men aynı uyaranlara farklı kişiler farklı duygusal anlamlar yüklerler. Herkes ortak yaşantılardan kaynaklanan duyguların diğerleriyle ben­zer ve aynı yoğunlukta olmadığını kendi günlük deneyimlerinden bi­lir. Duygularımız nitelikleri ve nicelikleriyle bize özeldir. Kişinin ya­şantıları duygularını oluşturduğu gibi, otobiyografik hafızanın olay­lara yüklediği anlam değiştikçe o olaylara bağlı duygular da değişir. Örneğin partnerinizle olan beraberliğin yaşattığı duygular o beraberli­ğe atfettiğiniz anlamın farklılaşmasıyla değişir.

Duygu önce bedene yansır. Kişi duygunun ortaya çıktığını fark etme­den önce, duygu bedene hâkim olur. Duyguların bedene yansıması, düşünceye yansımasından daha ataktır. Çünkü düşünme eylemi, yo­rumlama ve değerlendirmeyi içerir, dolayısıyla sonuçların süzgeçten geçirilmesi zaman alır. Bu sebeple duygu bilince çıkmadan önce varlı­ğını bedende gösterir.

En küçük duygu dalgalanmaları bile yüz ifadesine akseder.

Yapılan çalışmalar, aklın karar vermesinden önce beden kara­rını hızlıca yansıttığı görülmüştür. Duygunun, bırakın de­ğerlendirilmesini, tanımlanmasından bile önce beden dili konuşuyor­du. Bugünkü veriler mikro duyguların ½ saniyeden az bir sürede yüz ifadesinden gelip geçtiğini göstermektedir. Yakın çevremizdeki iyi ta­nıdığımız insanların duygularının yüzlerindeki esişini kolaylıkla izle­riz. Zor olan, kişinin kendi yüzündeki esintileri hissetmesidir.

Duygular ortak arar. insanlar duygu eşlemesi yapma ihtiyacındadırlar. Kişi birlikte olduğu ve önem verdiği insanların duygularını benim­seme eğilimindedir. İlişkilerin sürdürülebilmesi için zorunlu olan duy­gu eşlemesi çocuklukta yetişkinlikten daha çok yapılır. Kişiler duygu­larını ortak bulduklarında ilişkiler yakınlaşır, bulamazsa ilişkiler mesafelenir. Bu duygu ortaklığı beden diline de yansır. Birlikte oturma, ye­meğe birlikte başlama, kadehi birlikte kaldırma gibi. Jest ve mimiklerdeki ortaklık, beden dili yansıması olan giysi ve aksesuarlarda bile ken­dini gösterir.

Duygular geçicidir. Duygular doğar ve söner, çünkü duygu yoğunlu­ğunun psiko-fizyolojik arkı kısa sürelidir. Duygunun bu özelliği, kont­rolünde sonsuz yarar sağlar. Böyle bir arınma olmasa üst üste gelen duyguların oluşturacağı yumak, yaşamı başa çıkılamaz hale getirir. Bu yoğunluk ise duygusal enerjinin verimli kullanımını engeller. Söz ko­nusu psiko-fizyolojik yapının dışına çıkmak ancak bilişsel süreçlerin devreye girmesiyle olur. Duygu paralel düşüncelerle beslenirse pekişir ve sürer. Olumlu duygular için verimli olan bu besleme, olumsuz duy­gular için yıkıcı sonuçlar verebilir.

Aynı duyguyu uzun süre yaşamak normal değildir. Değişen şartla­ra rağmen duygunun sürmesi patolojik olarak yorumlanır. Bunun en keskin örnekleri aşkta ve yasta yaşanır. Kayıp ardından yaşanan duy­guların aşılamaması psikolojide post travmatik stres olarak adlandı­rılır. Dış dünyada ivmesi en yüksek olan şeylerden biri değişimdir. Koşulların farklılaşmasına serbest bırakılan duygular uyum gösterir. Sorun duygunun kişinin takıntılarına tutsak edilmesindedir. Kişiliğin zayıf yönleri sebebiyle mücadelede, akıldan çok ve akıldan önce duy­guda kitlenir. Bu kitlenme duygu devinimini bozar ve hayatın akışına ayak uyduramaması da patolojik süreçleri başlatır.

Biz bu kitapta duygusal zekâyı beş boyut ve bu boyutların etkin olduğu so­nuçlar açısından ele alıyoruz.

Kişinin kendisi, çevresiyle uyumu, dengesi ve enerjisiyle ilgili olan boyutlar şunlardır:

•     Kendini tanımak - kendini yönetmek

•     Çevreyi hissetmek - ilişkileri yönetmek

•     Değişimi yakalamak - kendini yenilemek

•     İç dengeyi kurmak - sağlıklı olmak

•     Olumlu enerji yaymak - aranan olmak

Bu beş temel değişken insanın "tam iyilik" halini bedensel, psikolojik ve sos­yal olarak yaşamasına imkân verir. Duygusal zekâ yaşam biçiminin niteliği­ni oluşturur.

Apollon Tapınağı'nın girişinde "kendini bil" sözü yazdırılmıştır. Duygusal ze­kânın temelinde antik felsefenin özünü oluşturan "kişinin kendisini tanıma­sı" yatar. Bilmek insanı özgürleştirir. Kendini tanıyan, duygu ve düşünceleri­nin farkında olan, güçlü ve geliştirilmesi gereken yönlerini bilen bir kişi kendi duygu, düşünce ve davranışlarını yönetebilir ve kişiler arası ilişkilerinde olumlu, yapıcı olabilir. Kendini tanımak ve duygularını yönetebilme becerisi kazanmak yüksek duygusal zekânın zeminini hazırlar.

Kendini Tanıma Boyutu

Kendini tanıma boyutu bireyin kimliğini belirleyen özellikleri tanımasını içerir. Bu özellikler; duygusal farkındalık, güven, kendine saygı ve kendini gerçekleştirmedir. Bunlar bireye özgü ve biriciktir; bağımsız kişiliklerinin özünü oluşturur. Duygusal zekânın kişinin kendini tanıma boyutu; duygula­rının ve onlarla bütünleşen düşüncelerinin sebep sonuç ilişkilerinin ayırdın-da olmasını sağlar. Kendini yönetmenin, duygu akışını kontrol ederek dav­ranışlarını yönetip yönlendirebilmenin önünü açar. Bu boyutu kişisel bilinç olarak da tanımlayabiliriz.

Kim olduğumuzun cevabı iç kaynaklarımızdadır. Kendini tanımak, olumlu ve olumsuz, zor ve kolay yanlarının ayırdında olmayı getirir. Yüzleşmeye tam inançla açık olmayan insan, kendini diğerlerinin tanıdığından daha az tanır. Varoluşumuz pek çok alanda olduğu gibi algılamada da bize bir çelişki yaşatır. Duygularımız dış dünyayı algılamamızın lehine ama iç dünyamızı algılamamızın aleyhine düzenlenmiştir, çünkü haberdarlığımızı sağlayan duyular kendimize değil, dışa açıktır.

Duygusal zekân m kendini tanıma bölümünde dört özellikten söz edeceğiz.

Duygusal farkındalık,

Kendine saygı,

Kendini gerçekleştirme,

Bağımsız kişilik,

Duygusal farkındalık, kişisel boyutun en temel yetkinliğidir. Benlik, kişi­nin kendisi hakkında zihninde var olan algıdır. Bu algı kişinin benliği ve ben­lik imajıyla ilgili bilgisinden oluşur. "Ben kimim" ve "hayatta ne yapmak is­tiyorum" sorularının cevabını herkes kendi adına aramaktadır. Kişinin ken­dini gözlemlemesi, duygularının farkında olması, bu duygu ve düşünceleri­ni tutarlı bir biçimde ifade edebilmesidir. Farkındalık, duyguları ve duygula­rın ortaya çıkma sebeplerini görmeyi gerektirir.

Duygusal farkındalığı yüksek kişi;

Ne hissettiğini bilir, duygularını anlar,

Düşünceleriyle sözleri ve söyledikleriyle hissettikleri arasındaki bağ­lantının farkındadır,

Duygu dünyasının, performansını nasıl etkilediğini bilir,

Değerlerinin ve hedeflerinin kendisine nasıl yön verdiğinin farkında­dır.

Duygusal farkındalık, duygusal zekâyla ilgili diğer bütün yetilerin üzerine in­şa edildiği temel yeterliliktir. Bu nedenle, kişinin duyguları konusunda iç görü sahibi olması duygusal zekâsını geliştirmesi konusunda atması gereken ilk ve en önemli adım olacaktır.

Kendine saygı, kişinin kendi gözündeki iti­barıdır. İnsanın kendi ben kavramına atfettiği olumlu değerlendirmedir. Kişinin kendinden hoşnut olması ve en az diğer insanlar kadar iyi şeylere layık olduğuna inanmasıdır. Kendine saygı, hayatımızda bizim için önemli olan insanların sevgisini ve saygısını kazanma arzusuyla gelişir. Kendine saygıyı hayranlıkla karıştırmamak gere­kir, insanları darboğaza sokan kendiyle ilgili duygulardan biri de kendine hayranlıktır. Benmerkezci tutumları destekler.

Kendine saygı duyan kişi;

Kendini içinde bulunduğu duruma, kişi ve kişilere yoğunlaştırabilir,

Tüm varlığıyla o anda ve o yerde; "orada" olabilir,

Görüşleri kabul görmese de onları yüksek sesle dile getirmeye devam eder, diğer doğrularla yoğurmayı bilir,

Belirsizlik ve baskı altında da tutarlı ve kararlıdır.

Kişinin kendini beğenmesi, kendi benliğine saygı duyması için mutlak üstün niteliklerinin olması gerekmez. Çünkü özsaygı, kendini olduğundan aşağı ya da üstün görmeksizin kendinden memnun olma durumudur. Kendini de­ğerli, olumlu, beğenilmeye ve sevilmeye değer bulmaktır.

Eğer bir kişi başkalarına karşı şartsız saygı duyarsa, kendine saygısı da şartsız olur.

Kendini gerçekleştirme, kişinin kendi potansiyelini gerçekleştirebilme­si, yapmayı istediği ve yapabildiği şeyleri gerçekleştirmesi anlamına gelir. Kendini gerçekleştirme yaşam boyu devam eden bir süreçtir. Kişiliğin bir amaç etrafında bütünleşmesini, dengeli ve uyumlu biçimde gelişmesini ta­nımlar. Kendini gerçekleştirmenin sınırsız ve erişilmez bir derinliği vardır. Gücümüzü keşfetmişsek o alanda verilebilecek ürünler âdeta sonsuzdur; ya­şamımızın son gününe kadar sürebilir. Kendini gerçekleştirme her bireyin biricik olan potansiyeline karşı sorumluluğudur. Bu sorumluluğu gerçekleş­tirmek var olmayı anlamlı kılacaktır.

Kendini gerçekleştirmeye çalışan kişi;

Kim olduğuna, neleri yapıp yapamayacağına kendi karar verir,

Yaptığı işe inanır, kendini adar ve cesaretlidir,

Davranışlarını kendi isteğiyle seçebileceğini bilir,

Hayatını ve ilişkilerini amaçları doğrultusunda kontrol eder,

Hayata bakış açısı ve amaçları temelinde önceliklerini belirler,

Başka kişilerin ve dış koşulların etkisiyle yolundan sapmaz.

Günümüz insanı kendini gerçekleştir­mek için zamanının önemli bir bölümünü bir şeyin parçası olmak, işi kişisel kimlik­le bütünleştirmek ve o işi yapmaktan zevk almak, varlığını hissetmek isteyen kişiler için hayatidir. "Kendini işine veren insanlar işi kendi kişisel kimlikleri ile bütünleştirmektedirler. Gerçekte iş insanların önemli bir parçası olmakla ve bu kişiler kendilerini, işleri ile tanımlamaktadırlar.  

Verimli ve etkili bir hayatla yüksek yaşam kalitesine ulaşabilmek, bireyin kendi değerini ve gücünü tanımasıyla, kendi duygularının bütünüyle farkın­da olmasıyla mümkündür. Bunlara dayanarak oluşan eylem, varlığı ortaya çıkartır. İnsan, ancak bu şekilde kendisine ve çevresine yarar sağlayacak ilk adımı atma cesaretini kazanabilir.

Bağımsız kişilik yapısı, kişiye duygu düşünce ve davranışlarını kendi başına yönetip denetleyebilmesi şansını verir. Kendini tanımanın; duygusal farkındalık, kendine saygı, kendini gerçekleştirme modülleri, kişiliğin önemli bir öğesi olan bağımsızlık motifini besler ve geliştirir. Kendinin "önemli oldu­ğunun ve fark yarattığının" bilincinde olan kişi, bu mesajı çevresindekilere de ileterek bu duygunun başkaları tarafından yaşanmasını sağlar. Bu yaşam biçimi bireysel ve sosyal sorumluluk bilinciyle birlikte yaşam kalitesini yük­seltir. Öncelikle kişinin, sonra da toplumun önünü açar ve aydınlatır. Kişinin kararlı ve tutarlı bir ahlak anlayışıyla kendini yaşaması anlamına gelir.

Bağımsız kişilik yapısı özellikleri;

Diğerlerinden bağımsız karar verebilmek,

Kendi ayakları üzerinde durabilmek,

Kendine yetebilmek,

Bağımsız karar alabilmek yetilerini içerir.

Her şey kendini tanımak, değerli olduğuna inanmak, yapmak istediklerinin ve gücünün sınırlarından haberdar olmakla başlar. Bu kendini tanıma ve yö­netme becerisi duygusal zekânın temelini oluşturan iki ana unsurdan ilkidir. Duygusal zekânın temelindeki ikinci ana unsur da kişiler arası becerilerdir.

Duygusal zekânın bu boyutu "sosyal Benlik'le ilgilidir: Başkalarını tanımak ve ilişkileri yönetmek. Bunun için kişinin sosyal benliğinde dengelemeye ça­lıştığı iki temel özellik göze çarpar. Bunlardan biri sevilme ve kabul edilme ihtiyacını karşılayacak olan birlikte yaşadığı insanlarla iyi geçinme davra­nışlarıdır. İkincisi de toplulukların hiyerarşik yapısında bireyi yönlendiren öne geçme davranışlarıdır. Kişiler arası ilişkilerdeki yetkinlikler kişiyi, ilişki­yi başlatma, sürdürme ve bundan keyif alma konusunda özgürleştirir. Kişiler arası becerilerin en önemli belirleyicisi, insanlarla "değerliyim-değerlisin" temelinde bir ilişki içerisinde olmaktır. "Diğerlerini tanı ve ilişkilerini yönet" olarak açıklanabilen kişiler arası ilişkilerde üç etki alanı vardır:

Empati

Sosyal sorumluluk

Kişiler arası ilişkilerde yetkinlik

Empati, kişinin başkalarının duygularının farkında olabilmesi, bunları anla­yabilmesi ve bunlara değer verebilmesidir. Bazen empati ile sempati duygu­sunun birbirine karıştırıldığını gözlüyoruz. Sempati duyarken, karşımızdaki insanla birlikte acı çeker veya seviniriz. Ama aynı yaşantılar bizde o duyguları yaşatmıyorsa anlamlandırmakta güçlük çekeriz. İşte empatik olabilmek bu­rada yardımcı olur. Aynı duyguyu yaşamadığımız halde diğer kişinin duygu­sunu anlayabiliriz. İlişki düzeyinde gerekli olan kabul etmek değil anlamak­tır; bu gerçeği içimize sindirebilirsek empatik iletişimin yolu açılmış olur. Duygusal kabul sağlıklı bir iletişim için zemin sağlar. Çünkü empati, "o du­rum" için kendi dünyamızla kurulabilecek duygusal bağlantılara imkân ver­meden, kendimizi aşarak karşınızdakini anlamaktır.

Empati sahibi kişi;

Başkalarının duygularıyla tanışık ve barışıktır,

Duygusal ipuçlarına duyarlıdır ve iyi dinler,

Duyarlı davranır ve başkalarının bakış açısını anlar,

Başka insanların ihtiyaç ve duygularını anlayarak onlara yardımcı olur.

Ancak zihinsel olarak kavranan bu empati tanımı, acaba tutumlara nasıl yan sır? İlişki yönetiminin temel taşı iletişimde empatik zenginliği yaşamaktır. Duygusal farkındalığı yüksek olanlar, çevrelerindeki kişilerin ne hissettiği ni anlamakta daha başarılı olurlar. Çünkü onların duygularıyla ilgi] iti itler. Empatik iletişimin bir tutum olarak ilişkilerde yer alması kolay olmaz, özel çaba ister.

Sosyal sorumluluk, kişinin, ait olduğu toplumda işbirliği yapabilen, gruba katkı sağlayan, yapıcı ve faydalı bir üyesi olmasını içerir. Duygusal zekânın bu boyutu kişisel yarara dayanmadığı halde sorumlu davranmayı, başkala­rıyla ve başkaları için bir şeyler yapmayı, vicdanı ve toplumsal kuralları üstün görmeyi kapsar. Diğerlerinin gelişim ihtiyaçlarını sezerek onları geliştirmeye adanmaktır. Başkalarının refahı için kaygı duymak, yaşadığınız zamanları ve mekânları güzelleştirmeye çalışmak, sosyal sorumluluk tanımı içindedir. Bu yönüyle duygusal zekâ bireyin "toplumsal bilinci"ni tanımlar.

Sosyal sorumluluk sahibi kişi;

Sosyal sorumluluklarının farkındadır, bu doğrultuda önyargılar ve hoşgörüsüzlükle mücadele eder,

İçinde bulunduğu ortamı sadece en güçlülerin ayakta kalabileceği bir yer olmaktan uzak tutar,

Farklı ortamlardan kişilere saygı gösterir ve iyi ilişki kurar,

Yapıcı geribildirim verir ve insanların gelişme ihtiyaçlarını fark eder,

Bilimsel veriler ışığında değişim ve gelişimleri için kalıcı katkı sağlama sorumluluğunu üstlenir.

Sosyal sorumluluk sahibi olmak, diğerleriyle ve toplumla yapıcı ilişkileri güç­lendirecek önemli bir vasfa sahip olmaktır. Bu vasıf ahlak, vicdan ve gönül­lülük üçgeninde hayat bulur. Kişinin kendisini motive etmesiyle eyleme dö­nüşür ve inanç gerektirir.

Kişiler arası ilişkilerde yetkinlik, iki tarafı da hoşnut bırakan, duygusal yakınlık, içtenlik, kar­şılıklı duygu alışverişi gibi özelliklere sahip iliş­kiler kurma ve sürdürebilme yetişidir. İlişki yö­netimi ve iletişim becerileri hayati öneme sahiptir ve etkili iletişim kurmak, gerek özel hayatta gerekse iş hayatında son derece olumlu sonuçlar yaratır. Sağlıksız bir iletişim sorunların çözümü için hiçbir fayda sağlamadığı gibi so­runları daha da artırıp içinden çıkılmaz bir hale sokar. İletişim kazaları, sa­yısız ilişki mezarları oluşturabilir. Neden ve nasıl olduğunu bilmeden etrafı­mızdaki insanların bizden el etek çektiğini görürüz.

İlişki yönetimini yaşadıkça öğreniriz. Ne var ki öğreneceklerimiz çoğunlukla kaybettiklerimizden alacağımız derslere bağlıdır. Yaşamın heyecanlı öğreti­si "kaybedileni kaybetmemekte" gizlidir. Çünkü niçin kaybettiğimizi bilmek kaybetmemeyi öğretir. Duygusal zekâ gelişimi konusunda yapılan çalışmalar bunu bilmemizi sağlamaya yöneliktir.

Kişiler arası ilişkilerin sonuç alıcı özelliği etkileme ve ikna etme becerisidir. Etkileme, sonuç odaklı bir ilişki yönetme becerisidir ve bir liderlik davranı­şıdır. Kazanma ve kaybetmenin dışında, taraflara yarar sağlayacak duygu ve düşünceleri besler. Karşılıklı bağımlılık ilkesi üzerine kurulu bir dünyada, is­tekli bir işbirliği doğurarak birlikte amaca dönük çabaları artırır. Enerjiyi sinerjik kullanıma yöneltmeye imkân verir.

Kişiler arası ilişkilerde yetkin olan kişi;

Geniş bir çevrede içi en il iş kiler kurar ve sürdürür,

Farklı görüşleri ve bakış açılarını anlamaya çalışır,

Karşılıklı yarar sağlayabilecek ilişkiler kurmaya çalışır,

Kurduğu duygu dünyasına başkalarını da dahil eder.

İnsan yaşamında kişiler arası ilişkilerde yeterlilik hayati bir anlam taşır. Var olmanın anlamı, var eden kişiler arası ilişkilerle yeşerir. Sağlık psikolojisi alanında eğitim gören uzmanlık öğrencilerinin tez çalışmalarında, annenin duygusal zekâ düzeyiyle çocuğun duygusal zekâ düzeyi arasındaki ilişkilere farklı açılardan baktık. Çevreyi hissetme ve ilişkiyi yönetme becerileri açısın­dan duygusal zekâları yüksek olan annelerin çocuklarının da duygusal zekâ­larının yüksek olduğunu gördük.

Kişinin "kendini tanıması", duygularım fark ederek ve yöneterek düşünce­leri ve davranışları üzerinde kontrol sahibi olabilmesidir. Kişinin "çevresini tanıması ve ilişkiyi yönetmesi" ise, diğerlerine empatik olması, kişiler arası ilişkilerde duyarlı ve sosyal sorumluluk bilinci içinde hareket edebilmesiyle başlar, başkalarının davranışlarını etkileme ve olumlu yönlendirebilme ola­nağı vererek sürer.

Duygusal zekânın zemininde yer alan bu özellikler, üçüncü ve dördüncü bölümde ele aldığımız özelliklerle birleşerek hayatı anlamlı ve kolay kılar. "Kendini tanı ve yönet" ile "diğerlerini tanı ve ilişkilerini yönet"in gücü ya­pıcı, geliştirici ve verimli bir ilişki ağı içinde kişinin hem kendisine, hem de çevresine değer katmasına imkân verir.

Mevlana'nın, "Herkesin bakmadığı yönden bak dünyaya," sözü, bizce deği­şimin öncüsü olma fikrini çok güzel veriyor. Değişimin önünü açanlardan, değişimi benimseyip geliştirenlerden olmak kendini ve dünyayı yenilemeyi mümkün kılar. Her şeyin hızla değiştiği bir dünyada yaşanan sorunlar, geç­mişin yaklaşımlarıyla çözülemez. Bugün geçerli olan yarın geçersiz, bugün verimli olan yarın verimsiz, bugün imkânsız olan yarın olağan, bugün yeni olan yarın yıpranmış olacaktır.

Her türlü değişiklik bir uyum çabası gerektirir ve uyum sağlama duygusal ze­kânın belkemiğidir. Uyum, çalışma yaşamında kişiye doyum, huzur ve mut­luluk sağlar; kurum açısından ise, verimli çalışman m gereklerindendir. Daha önce de belirttiğimiz gibi sonucu garantileyen belirli bir davranış yoktur. Dış koşullar farklılaşmakta ve hedef sürekli yer değiştirmektedir. Hedefi tuttur­mak için değişen koşullara hızla uyum sağlamak öne çıkar. Yaşamla bütün­leşmek, ihtiyaçları fark etmek, engelleri kaldırmak ve değişim dalgalarını ile­riye taşımaktır.

Uyum sağlama boyutu şu becerileri gerektirir:

*     Gerçeği doğru değerlendirmek

*     Problem çözmek

*     Esneklik

Gerçeği doğru değerlendirme, hissedilenle nesnel olarak ortada olan arasın­daki ilişkiyi değerlendirebilme yeteneğidir. Duygular bireye özgü bir doğru yaratır. Gerçek olanla, bizim görmeyi istediğimiz kendi doğrumuz arasında çoğu zaman farklılık vardır. Bu farkı en aza indirmek; olayları inançlarımız ve yargılarımız doğrultusunda değil, nesnel olarak, kendi koşullarında de­ğerlendirmekle mümkün olur. Bunu yapabilmek, nesnel olmayı, bilgi topla­mayı, kanıt aramayı, düşünce, duygu ve algıları farklı biçimde tartmayı içe­rir. Bütün bunları yapabilmek için de dış gözlere, 3. kişilere ihtiyaç vardır. "Objektif olarak düşünmeli" cümlesi batıl bir inancın ifadesidir.

Doğru değerlendirme yapan kişi;

•     Önemli güç ilişkilerini doğru çözümler ve köklü sosyal bağlılıkları se­zer,

•     Müşterilerin ve rakiplerin görüşlerini ve davranışlarını biçimlendiren değerleri anlar,

•     Kurum içi ve kurum dışı gerçeklikleri teşhis eder,

•     Güçlü ve zayıf yönlerinin farkındadır,

•     Yaşantısını gözden geçirir, ders çıkarır,

•     Geribildirimlere, yeni bakış açılarına, sürekli öğrenmeye ve kendini geliştirmeye açıktır.

Bu yetkinlik, kişinin grup içindeki duygu türünü ve akış yönünü, kurum kül­türünü, güç ilişkilerini, duyarlı alanları ve değişen ortaklıkları fark edip tanı­masına olanak verir. Kişinin çevresini, çevresinde olan bitenleri doğru okuya­bilmesi ve değerlendirmesi onu başarıya götürür çünkü bu tutum beraberinde sorunları belirlemeyi ve tanımlamayı, ayrıca fırsatları görmeyi getirir.

Problem çözme, problemleri doğru biçimde teşhis edip tanımlayabilme ve aynı zamanda etkili çözümler üretip bu çözümleri uygulayabilme yetişidir. Problem çözme, problemin ele almışında kişinin dikkatli, disiplinli ve siste­matik olmasını gerektirir. Problemi çözmeye yönelik sistematik yaklaşım beş basamaktan oluşur:

Problemi belirlemek ve tanımlamak

Oluşma sebeplerini saptamak

Çözüm seçenekleri üretmek ve onları değerlendirmek

Ne yapılacağına karar vermek

Bunu etkili bir şekilde uygulamak

Problem çözme becerisi yüksek olan bir kişi bunu insan ilişkilerine de taşıya­bilir. Bu şekilde, kişilerle herhangi bir sorun yaşandığında ya da çatışma or­taya çıktığında bunu başarıyla ve taraflar için yarar sağlayacak şekilde çöze­bilir.

Çatışmayla başa çıkan kişi;

•     İncelikli ve diplomatik davranışlara sahiptir,

•     Zor insanlar ve gergin durumlarla baş eder,

•     Çatışma yaratabilecek durumları sezinler,

•     Uyuşmazlıkları açığa çıkarır ve gerginliği azaltır,

•     Tartışmayı ve açık konuşmayı teşvik eder,

•     Galip/galip ilişkilerini özendirir.

Esneklik kişinin duygu, düşünce ve davranışını değişen durum ve koşullara uydurabilme yeteneğidir. Hayatta koşulların değişmesinin seçenekleri de de­ğiştireceğini bilmek ve bu gerçeği içselleştirerek farklı düzenlemeleri yapabil­mektedir. Yaşama farklı açılardan bakabilme kıvraklığı ve hızı, kişiye değişi­min içinde yer alabilme ayrıcalığı sağlar. Duygusal zekâsının esneklik boyu­tunda, duyguların kişiyi değil kişinin duyguları yönetebilme becerisi söz ko­nusudur.

Esnek kişi;

•     Aynı anda birkaç görevi yürütebilir,

•     Değişen öncelikleri ve hızlı değişimi yumuşak bir biçimde ele alır,

•     Tepkilerini ve taktiklerini değişen koşullara uydurur,

•     Farklı düşünce ve bakış açılarına açıktır,

•     Yeni değerlendirmeleri hızla yapabilir,

•     Zorlayıcı duygusal bağlılıkları yoktur,

•     Değişime direnç göstermez.

Esnek olmak bilgi, beceri ve duyguların yeni durumlara daha kolay uyum sağlayacak yetkinliğe erişmesiyle ilgilidir. Bu özellik bugünün iş dünyasın­da daha da önem kazanmıştır. Yeni gelen bilgiyi etkili bir biçimde kullana­rak değişime hızla ayak uydurmayı, öncelikleri belirleyebilmeyi kolaylaştıra­rak rekabette avantaj sağlar.

Duygusal zekânın en belirgin göstergelerinden biri de iç dengedir. Yaşam her anlamda ve sürekli olarak sınırlarımızı zorlar. Kişi kendisini bu zorlanmalar­la başa çıkacak güçte hissetmiyorsa ve iç uyumunu kurmakta başarısızsa stres yaşar. Stres, bedensel, psikolojik ve davranışsal belirtilerle kendini gösteren bir tepkidir. Bu belirtiler potansiyel stres kaynağını tanımak ve durumun dü­zelmesini sağlayacak davranışı bulmak için bizi uyarır.

Bozulan dengenin yeniden kurulması için yeni duruma uyum sağlanması ge­rekir ve insan değişen şartlara "uyum" sağlayacak yetkinliklerle donatılmış­tır. Bu yetkinlikler;

•     Stresle başa çıkma

•     Duygu ve dürtüleri denetleyebilme

•     Ego serbestliğidir

Stresle başa çıkma, strese yol açan durumlara ve şiddetli duygulara, "yıkıl­madan" karşı koyabilme yetişidir. Kişinin kendi stres kaynaklarını ve kendi stres tepkilerini tanıma ve bunları sağlığına zarar vermeyecek şekilde yönlen­dirme becerilerine sahip olmasını içerir. Stres, uyaranların psikolojik ve fiz­yolojik eşikleri asmasıyla ortaya çıkar. Bunların bir kısmı, bedenin bir trav­ma karşısında otomatik olarak devreye soktuğu kendini korumayı amaçla­yan tepkilerdir. Göz bebeklerinin büyümesi, kanda pıhtılaşma, deride du­yarlılık ve kas gerim düzeyinin artması, solunumun sıklaşması, kalp vurumunun artması gibi... Stres tepkilerinin bu fizyolojik eşiği esasında türe öz­gü olduğu halde, stres toleransı kişiye özeldir ve başa çıkma becerilerine bağ­lıdır. Stres tepkilerinin ortaya çıkışı; stres vericilerden bağımsız, kişiye ve ki­şinin içinde bulunduğu koşullan yorumlamasına bağlıdır. Aynı yaşantı fark­lı kişilerde farklı dönemlerde farklı sonuçlar doğurur.

Stresle başa çıkma becerileri yüksek olan kişi;

•     Stres veren koşullar karşısındaki güçlerinden ve zaaflarından haber­dardır,

•     Strese yol açan durumları düşünsel ve duygusal sebepleriyle ortaya ko­yar,

•     Bu sebeplerin değiştirilebilir ya da değiştirilemez olduğunu ayırt ede­bilir,

•     Kontrol edilebilir stres kaynaklarıyla başa çıkmak için doğru ve işe ya­rar stratejiler geliştirir,

•     Probleme odaklanır, problemi yaratan durumu kontrol etmeye ve yö­netmeye çalışır.

Yüksek duygusal zekâ; kişinin stres oluşturan öğeleri ve bunlara verdiği tep­kileri tanıması, sorunları doğru olarak tanımlaması, stres odaklarını dene­tim altına alması, kendisini psikolojik ve fizyolojik zararlardan korumak için yöntemler geliştirmesine yardımcı olur. Bu beceriler özel hayatı ve iş haya­tını etkin kullanma şansını artırır. Yapılan çalışmalar stresle başa çıkabilme becerisinin verimliliği ve üretkenliği olumlu yönde etkilediğini ortaya koy­maktadır.

Dürtü ve duyguları denetleme, kişinin dürtülerini denetleyebilmesi, cezbe-dici şeylere karşı koyması ve tatminini geciktirebilmesi, duygularını kont­rol etmeyi başarabilmesi anlamına gelir. Duyguları denetleme yetisi ve ego serbestliği ile stresle başa çıkabilme yetkinliği arasında doğru yönde bir ilişki vardır. Yani birlikte artar, birlikte düşerler.

Dürtü ve duygularım denetleyebilen kişi;

•     Anlık duygusal tepkilerini ve moral bozucu duygularını yönetebilir,

•     Zorlayıcı anlarda bile kendini kaybetmez, olumlu bakış açısını korur ve sarsılmaz,

•     Baskı altında da olasılıkları net olarak düşünür ve ana amacından sap­maz,

•     Haz verici yaşantılara kapılmalarını önleyen güçlü değerleri vardır,

•     Bu değerler etik davranışlara güçlü bir kaynak oluşturur.

Yukarıdaki bağlantılar incelendiğinde stresle başa çıkabilmeyle dürtüleri de­netleyebilmenin kişilere ahlaklı davranma yolunda sağlam temeller sunduğu görülüyor. Bu kişiler için sınırlarının zorlandığı durumlarda etik davranış se­çimi kolaylaşır. Denetlemeye ve değerlere bağlı bu seçim iç dengenin korun­masını kolaylaştırır.

Bize sıkıntı veren duygulara hâkim olabilme, duygusal sağlığımızın anahta­rıdır. İçte çözümlenmeyen duygular yok olmaz ve kendiliğinden tükenmez. Umulmadık zamanda, umulmadık biçimde ortaya çıkarlar. Bazen kişiyi de şaşırtacak biçimde hortlayarak sahnede yerlerini alırlar.

Duygularda düşüşler de çıkışlar da hayata derinlik ve zevk katabilir. Zorlayıcı olan ardışıklık ve derinliktir. Aşırı, yoğun ve uzun süreli duygular, genel sağ­lığımızı ve dengemizi bozar, insan iş ortamında çatışma yaşayabilir, çevresin­dekilere kırgınlık veya öfke duyabilir. Duygunun kontrolü bu kırgınlığın, öf­kenin bastırılması veya yok sayılması anlamına gelmez. Ahlaklı ve etik olan, Aristo'nun 2000 yıl önce söylediği gibi "öfkeyi doğru kişiye, doğru derecede, doğru zamanda, doğru yolla ve doğru bir çıktı elde edebilecek şekilde ifade edebilmektir".

Duygusal zekânın dürtü ve duyguyu kontrol edebilme özelliğinin başarı için zorunlu bir etken olduğu birçok çalışmayla kanıtlanmıştır. Dürtülere bağ­lı duyguların kontrolü çocukluk yaşlarından başlayarak izlenebilir ve yaşa­mın akışını yönetir.

Alıntı yaptığımız araştırmada dürtülere karşı koyabilmenin temel bir bece­ri olduğu anlatılmaktadır. Dört yaşında dürtülerini denetleyebilen bu çocuk­ların, ergenliğe ulaştıklarında sosyal ve duygusal açıdan daha yeterli olma­ları, sorunlarla ve stresle daha iyi başa çıkabilmeleri, kişisel olarak daha etki­li olmaları, bu yetkinliğin kişisel başarı için ne kadar gerekli olduğunu orta­ya koymaktadır.

Ego serbestliği, dinamik psikolojide insan davranışını belirleyen üç etkenden biri olan egonun olgunluk düzeyiyle ilgilidir. Ego, içten gelen dürtülerle dış dünyanın kuralları arasında denge kurmaya çalışır. Bu güçler arasındaki mücadeleden sonra ortaya çıkan, bireyin olgunluk derecesidir ve bu, benliğin göstergesidir. Bilinçaltı süreçler ve patalojik bağlan­tılar egonun serbestleşmesini önler. Hiç kimse dış güçler karşısında kendisini zayıf ve savunmasız hissetmeye dayanamaz. Bu sebeple düşük duygusal ze­kâda egonun savunma mekanizmaları kontrolü elden bırakmaz, iç dünyanın ve dış dünyanın gerçekleri bunların süzgecinden geçerek egonun kaldırabile­ceği şekle sokulur. Bu süreç ön bilinçte gerçekleşir. Kendini tanıma ve çevre­yi hissetme arttıkça egonun savunma ihtiyacı azalır.

Ego serbestliği savunma mekanizmalarından arınmış egoyu tanımlar. Ego serbestliğine ulaşan kişi kendi ve diğerleri için olumlu duygu ve düşünceler geliştirebilir çünkü konular ön bilince takılarak biçim değiştirmez. Hem ken­dine hem de başkalarına karşı dürüst ve saygılıdır. Bilinçdışı savunma meka­nizmalarıyla kendini müdafaa etme durumunda olmaz.

Ego serbestliğine ulaşan kişi;

Güvenilirliği ve özgünlüğü ile saygı uyandırır,

Ego "zaten...", "ama...", "fakat..." savunmaların çıkmazında gezin­mez,

Halalarını kabul eder, yeni önerilere açıktır,

Herkes tarafından kabul görmese de ilkelerinin arkasında durur.

Ahlaklı davranır ve başkalarının uymayan davranışla­rına karşı çıkar.

Meslek yaşamımız boyunca sağlık psikolojisi çalışmalarımızda ve iş yaşamın­da pek çok değerli insana farklı konularda danışmanlık yaptık. Her deneyimi­mizde en güçlü sınavı bireyleri ego serbestliğine geçirme çalışmalarında ver­dik. Kişi kendini var etme çabalarını erken yaşlarından itibaren savunma me­kanizmalarına başvurarak sürdürür. Ancak bu çabada savunma mekanizma­sının kısırdöngüsü içinde olanlar mutsuz ve huzursuz olur ve çevrelerindekileri de huzursuz ederler.

Kişi çevresindekiler ve kendisi için içinden çıkılmaz yorum ve yaklaşımlarla kendini kabul ettirme girişimlerinde bulunurken, gerçekte kendini kabul et­meye çalışır. İş çatışması kişilik çatışmasına döner. Ego savunmasının bu ça­baları iş yaşamındakileri de özel yaşamındakileri de yorar. Durumları kişisel­leştirmekten kurtarıp iş sonuçlarına ve ekip çalışmalarına yönelmek son de­rece zor olur.

Kişi ne kadar çok zihinsel huzura, iç görüye ve olumsuz duyguları olumluya çevirme yeteneğine sahip olursa, temel değerleri o kadar yerleşik olur, mut­luluğa ve barışa giden yolda dev bir adım atar. Sükûnet ve iyimserlik olumlu enerjinin dış dünyaya yan­sıma aracıdır.

Olumlu yaklaşım genel duygu durumunu doğrudan etkileyerek kişinin, ge­rek özel gerekse iş hayatında var olma ve varlığını sürdürme gücünü artırır. Kendileri ve yaşamları hakkında iyimser olanlar, mutluluğa giden yolu bi­lir, başkalarınca ufak görünen ancak kendilerince anlamlı yaşantılarla tat­min olurlar. Bu açıdan yetkin insanlar, sahip oldukları olumlu bakış açısını ve duygu durumunu etraflarına da yayarlar. Duygusal Zekanın bu boyutunun içerdiği özellikler şunlardır:

•     İyimserlik

•     Özyeterlilik

•     Kendini aşmak

•     Huzuru bulma yetisi

İyimserlik, kişinin farklı bir bakış açısıyla başarısızlığı ya da engeli daha iyi bir sonuç için fırsat olarak değerlendirmesidir. Bu hayatın iyi yanlarına bakabil­me ve kötü olaylar, olumsuz duygular karşısında bile olumlu bir tutum sergi­leme ve bu tutumu sürdürebilme yeteneğidir. Bu, hayatın ilk yıllarından baş­layarak öğrenilir. Psikoloji alanındaki çalışmalar çaresizlik ve umutsuzluk gibi çözüm üretme ve umut etmenin de öğretilebileceğini göstermektedir.

İyimser kişi;

Engeller ve direnişler karşısında hedeflerinden vazgeçmez,

Başarısızlık korkusundan çok başarı umuduyla hareket eder,

Engelleri, kişisel kusurlara bağlamaz, iş akışının olağan bir sonucu olarak görür,     Olumsuz geri bildirimleri kendini geliştirmek için kullanır.

İyimser kişiler başarısızlığı değiştirilebilir bir nedene bağlar ve böylece bir sonraki denemede başarabileceklerine inanırlar; kötümserler ise başarısızlı­ğın nedenini kendilerindeki veya çevrelerindeki değiştiremeyecekleri, sabit özelliklere atfederler. İş yaşamlarında da başarısızlığa uğradıklarında, bu ba­şarısızlığı değiştirebilecekleri özellikler yerine, değiştiremeyecekleri özellikle­rine ya da etki ve yetki alanları dışındaki çevresel faktörlere bağladıkları göz­lenmiştir.

İyimserlik bütün sorunlarımızı çözmez ama olumsuz düşünce, hayatı için­den çıkılmaz hale getirir. Hatta öylesine güçlüdür ki, düşünce bedene hük­mederek yaşamı bile sonlandırabilir.

Özyeterlilik, kişinin içinde bulunduğu koşullarla tatmin edici bir şekilde ba­şa çıkabileceği konusundaki algısıdır. Yaşamda her koşulda etkin sonuç alabi­leceğine olan inançla özyeterlilik arasındaki ilişki aynı yöndedir. Biri arttıkça diğeri de artar, düşünce diğeri de düşer.

Özyeterlilik konusundaki çalışmaları yürüten araştırmacılar insan yaşamın­daki dört faktörün belirleyici olduğunu söylemişlerdir. Bu dört faktör;

1. Daha önceki benzer durumda elde ettiği başarı veya başarısızlık,

2. Diğerlerinin aynı koşuldaki başarısı veya başarısızlığı,

3. Başarabilmeyi sağlayacak becerilere sahip olduğuna ikna olup olmama­sı,

4. Kaygı ve başarısızlık konusunda yüksek düzeyde duygusal uyarılmaya maruz kalıp kalmadığıdır.

Özyeterlilik duygusu yüksek olan kişi;

Becerilerinden haberdardır,

Olumlu sonuçlar için çaba harcar,

Yapıcı enerjisiyle etrafını olumlu etkiler,

Kendini aşmak, yaptığı iş, birlikte olduğu insan veya ilgilendiği uğraşın ki­şiyi bütünüyle içine alması ve bu süreci iz bırakacak şekilde farklı bir bo­yutta yaşamasıdır. Bu durum akış hali veya odaklanma olarak da tanımla­nır. Yapabileceği düşünülenin ötesinde performans gösterebilmektir. Duy­gular kontrollü ama o ölçüde de yapılmakta olan işle uyumlu ve yüksek­tir. Odaklandığı konu ile bütünleşir. Derin bir huzur duygusu egemendir. Kaygının aklı ve duyguları çökertmesinin yerine huzurun artırdığı perfor­mans vardır. Böylesine anlam duygusu veren adanmışlık içinde olabilmek hayatın ödülüdür.

Kendini aşan kişi;

•     Yaşamının anlamına tam odaklanmıştır,

•     Akış halindedir,

•     Derin ve dingindir.

Huzuru bulma yetisi, kişinin hayatından memnun olma, kendinden ve baş­kalarından zevk alabilme, eğlenebilme ve olumlu duygularını ifade edebil­me yetisidir. Bu yetkinlik, kişinin yaşantısından tatmin olmasına olanak ve­rir. Huzurlu insanlar kendilerinden ve diğer insanların varlığından hoşnut­luk duyarlar.

Mutluluk, akıl ile uyum halindeki ruhun sonucudur. Sahip olunanlardan çok içsel değerlere bağlıdır.

Huzuru bulma yetisine sahip insan;

Kendiyle barışıktır,

İyimser bir bakış açısına sahiptir,

Olumlu duygular besler,

Kendini değerli bulur,

Kendini sever.

Mutlu insanlar dünyaya daha olumlu bakarlar, ancak bu, kesinlikle tedbirsiz bir iyimserlik değildir. Mutluluk duygusu, insanlara, problemlerini çözmele­ri için gereken enerjiye ve güce sahip olduğunu hatırlatır.

Duygusal zekâ geliştirilebilir ve tüm bu yetkinlikler öğrenilebilir. Bu beş bo­yutun her biri tek tek veya birlikte geliştirilebilir. Yüksek duygusal zekâ in­sanlarla ve hayatla barışık olmanın yollarını açar. Böylece, iletişim becerisiyle birlikte, ilişki yönetiminde yetkinlik, insanlarla iyi ilişkiler içinde olan, etkin davranışlar sergileyen, kendini tanıyan, hayattan ne istediğini bilen olgun in­san olmanın kapılarını açar.

Çalışmaktan zevk almak ve üretkenlik ruh sağlığı açısından temel bir zorunlu­luk olarak tanımlanır. Ruh sağlığı uzmanları iş sahibi olmayı ve iş yapmaktan zevk almayı her zaman normalliğin tanımı içinde yorumlamışlardır. "Adam iş güç sahibi" demek, toplumsal olarak kabul görme anlamı taşır. Bir işe sahip olmak kadar onu sürdürebilir olmak da başarı ölçütü olarak değerlendirilir. İş yaşamını sürdürmekte zorlananların, genel olarak sosyal hayatlarını sürdür­mekte de zorlandıklarını gözlemliyoruz.

Duygusal zekânın ele aldığımız beş boyutu ve doğurduğu sonuçlar insanın özel hayatını da iş hayatım da doğrudan etkiler. Geçmişte kurumlar, müşte­riler ve pazar payı konusunda rekabet ederlerdi. Şimdi ise, en iyi çalışanları bulmak konusunda rekabet ediyorlar. Kurum kültürüne ve iş performansı­na uygun çalışanları bünyesinde toplayabilen ve üzerlerine düşenden fazlası­nı yapmaları konusunda onları yüreklendiren bir kurum, yalnızca profesyo­nel anlamda değil, duygusal anlamda da yetkindir.

Araştırmacılar katılımcılara "Po­tansiyelinizin ne kadarım iş hayatına yansıtıyorsunuz?" sorusunu yöneltmiş, cevapların ortalamasının yüzde 45-50 arasında kaldığını, hiçbir zaman yüzde 50Jnin üzerine çıkmadığını saptamıştır. Bu sonuç bize neler düşündürüyor: İşimize nasıl yaklaşıyoruz? İşimize, ilişkilerimize ne kadar zaman ve enerji harcıyoruz? Olumlu enerji yayarak ve iç huzuru koruyarak kendimizi geliş­tirmeye, işi geliştirmeye çaba harcıyor, olanak yaratıyor muyuz? Almaya ha­zır olduğumuz kadar vermeye de hazır mıyız?

Bu sorulara cevap arayan araştırmalar, duygusal zekâ seviyesinin, özellikle batı kültürlerinde ve yüksek ekonomik düzeylerde çöküş içinde olduğunu gösteriyor. Amerika'da yapılan bir araştırmaya göre:

İnsanların yüzde 50'sinden fazlası, işini öğrenmek ve geliştirmek ko­nusunda motivasyon eksikliği çekmektedir.

10 kişiden 4'ü iş arkadaşlarıyla birlikte çalışma becerisine sahip değil­dir.

Yeni başvuruların yalnızca yüzde 19'u iş alışkanlıklarına ilişkin kendi­ni disipline etme becerisine sahiptir.

Liderlik eğitimlerine harcanan milyarlarca doların getirişi beklenenin çok altında kalmaktadır.

Değişim girişimlerinin yüzde 70'inde, insanların liderlik yeteneği, ekip çalışması, inisiyatif alma, değişime ayak uydurabilme gibi çeşitli yetkinliklerindeki yetersizlikler yüzünden, beklenen sonuçlar elde edi­lememektedir.

Alanında bilgili olmak doğal olarak kişiye belirli bir avantaj sağlar; ancak unutmayalım ki, sadece bu özelliklere sahip olmak başarılı olmak için yeter­li değildir. Araştırma sonuçlan Bilişsel Zekanın tek basma iş hayatı veya özel yaşamda başarıyı hiçbir şekilde belirlemediğini ortaya koymuştur. Başarıyı belirleyen en önemli faktörün duyguları ve dürtüleri kontrol etme, insanlarla iyi anla­şabilme, tatmini geciktirebilme gibi yaşamın erken yaşlarından itibaren ka­zanılmaya başlanan yetilerle ilişkili olduğu saptanmıştır.

Bir yandan kendimizi tanımamız, güçlü ve geliştirilebilecek yönlerimizin far­kında olmamız, duygularımızı ve davranışlarımızı yönetmemiz, öte yandan da iş arkadaşlarımıza, astlarımıza, yöneticilerimize ve müşterilerimize empatiyle yaklaşarak onların duygu ve düşüncelerini anlamamız gereklidir; çün­kü işyerindeki başarı bu süreçlerin yardımıyla sağlanır. Örneğin günümüz­de müşteri beklentilerini bilmeden sunulan hizmet anlamlı kılmak müm­kün olmuyor.

İş hayatında üstün performans göstermeyi sağlayan yetkinlikler, bilişsel ye­teneklerin ötesinde duygusal yetkinliklerdir. Yüksek performans gösterenle­re bakıldığında, bunların Bilişsel Zekası yüksek ya da teknik bilgisi çok olanlar değil iş arkadaşlarıyla sağlıklı iletişim kurabilen, ekip çalışmasına yatkın, duygusal açıdan olgun kişiler olduğu görülmektedir.

Duygusal zekâsı yüksek kişilerin sahip olduğu ortak özellikler şunlardır:

Kendi beden dilini kontrol edebilmek, başkalarının beden diline du­yarlı olmak,

Empati göstermek,

Uzlaşmaya dayalı sinerjik ilişki kurmak,

İnsanlarla olumlu ilişkiler içinde olmak,

Başkalarını hesaba katmak,

Yüksek duygusal enerji,

İyimserlik,

Çalışmaya adanmış olmak,

Değişime istek duymak,

Olumsuz duygularla başa çıkmak,

Stresle başa çıkmak,

Kararlılık.

Günümüz iş dünyası, çalışanın bilişsel, duygusal ve bedensel gücünü bir bü­tün olarak daha yoğun ve daha etkin kullanmasını gerektirmekte. Bu bağ­lamda duygusal zekânın önemi de her geçen gün artmaktadır. Duygusal zekâ düzeyi, hem bireysel tatmini hem de iş başarısını doğrudan etkilemektedir.

Duygusal olgunluğa sahip çalışanların, şirketlerinin başarılarında katkıları bü­yüktür. Kendi duygularını tanıyan ve yönetebilen, başkalarının duygularına, istek ve ihtiyaçlarına duyarlı olan yöneticiler ve çalışanlar, işyerlerinde güvene dayalı ilişkiler kurar, fikirlerini açık ve doğrudan dile getirirler. Kendilerini ve birlikte çalıştıkları kişileri istenilen sonuca yönelik olarak harekete geçirebilir, zor şartlar altında olumlu düşünme tarzını koruyarak motivasyonun yüksek olmasını sağlarlar. Bu sayede, çatışmaları ve sorunları, yapıcı ve çözümü sağla­yacak şekilde sonuçlandırırlar.

Güdüler bize ihtiyaçlar doğrultusunda hareket etme enerjisi verirler. Doyurulsa da güdü­lerin işlevi bitmez, yeniden ortaya çıkarlar. Güdüler; ihtiyaç, uyarılma, dav­ranışa yansıma ve doyum çemberinin sürekli dönmesiyle canlının varlığını sürdürmesini sağlar. Biyolojik ihtiyaçlarımızdan öğrenilmiş ihtiyaçlarımıza kadar bu döngünün işlediğini görürüz. Her ihtiyaç bir uyarılma yaratır, bu harekete geçirici güç, doyumu sağlayacak davranışları besler. Bu davranışlar zihinsel ve duygusal zekâyla şekillenir, işte tam da burada duygusal zekanın davranışların rengini ve anlamını tayin edici rolü ortaya çıkar.

Kendisi ve diğerleri için huzuru ve genel iyilik halini gerçekleştirecek yakla­şım, duygusal zekânın tüm fonksiyonlarının hayata yansımasıyla gerçekle­şir. Kendini tanıma, çevresindekileri hissetme, değişim ve devinimin farkın­da olarak iç dengeyi koruma ve olumlu enerji yayabilme yaşamın anlamını yakalama şansını verir. Yaşam kalitesi, yaşamın her alanında biyolojik ve öğ­renilmiş ihtiyaçların bireye özgü anlamla zenginleştirilerek yaşanmasıdır. İş yaşamı; üretme, yetkinliklerimizi sınama, gücümüzü görme, faydalı olma, iş­birliği gibi temel konularda kendimizi gerçekleştirme ve var olma imkânı ve­rir. Bu imkân duygusal zekâ kullanıldıkça yaşama zenginleşmiş ve doyumlu bir hayal olarak yansır.

Duygusal zekâda, duyguları kontrol etmekten daha fazla, duyguları ne zaman ve nasıl ifade edeceğini bilmek önemlidir. Bunun için de liderin kendisini ta­nıması kadar iş yaşamı ve şirketteki misyonunu tanıması gerekir. Kendi duy­gularını tanıyan ve anlayan, kendisini denetleyebilir ve yönetebilir. Ancak bu basamakla birlikte duygusal zekânın şirket misyonunu gerçekleştirecek kapı­ları açılır. Kendini yönetebilen kişinin, çevresindekileri yönetme şansı doğar. Bu nedenle kişinin kendisinden başlayan değer yaratma süreci başkalarını et­kileme, değişimi yakalatabilme ve fark yaratabilme imkânını verir.

Kurum içinde fark yaratan davranışlar kültürünün yerleşmesi, yöneticinin duygularını nerede ve ne şekilde yaşadığıyla yakından ilişkilidir. Yapılan bir deneyde, gönüllü insanlardan oluşan bir grup, astlarına para ödülü veren yönetici rolünü oynamak üzere bir araya getiril­miştir. Grupta deneyi düzenleyenlerin eğittiği, deneyimli bir aktöre yer ve­rilir. Aktör, farklı gruplarda farklı duygu durumlarını yansıtan roller üstle­nir. Grubun kontrolü ondadır ve her zaman konuşmayı başlatarak ilişki kül­türünü o oluşturur.

Grupların bazılarında aktör neşeli ve coşkulu davranırken bazılarında sa­kin, rahat ve sıcak davranmış; diğerlerinde depresif ve cansız; kimilerindeyse düşmanca ve asabi bir tutum takınmıştır. Araştırma sonuçlarına göre, ak­törün sergilediği duygu durumuyla grubu etkileyebildiği; olumlu duygula­rın, işbirliğinin, adalet duygusunun ve genel grup performansının artması­na yol açtığı görülmüştür. Ayrıca, huzurlu, olumlu ve coşkulu grubun para­yı daha adil ve kuruma en fazla yarar sağlayacak bir biçimde dağıttığı görül­müştür. ABD Deniz Kuvvetlerinde en etkili yöneticilerin daha sıcak, uyum­lu, insanlarla iyi geçinen, duygusal açıdan kendini ifade edebilen sosyal kişi­lerden oluştuğu görülmüştür.

İş hayatında liderlerin özellikle sahip olması gereken yetkinlikler şunlardır: Kendi iç yüzünün, görünen yüzünün ve baskı allında ortaya çıkan yüzünün farkında olma, duyguları denetleme ve stresle başa çıkma, diğerlerini mo­tive edebilme, diğerlerini geliştirebilme.

Kendiyle ilgili farkındalık: Her ne kadar duygular ve düşünceler bir­likte hareket etse de, insanlar ne hissettiklerine çok az dikkat eder ve derin iç duygularıyla buluşmakta güçlük çekerler. Mantık dünyasın­da duygular küçümsenir. Oysa bütün kararların dayandığı mutlaka bir duygusal temel vardır. Kendiyle ilgili farkındalık insana duygularını ta­nıma ve isimlendirme imkânı verir.

Kendisiyle ilgili farkındalığı yüksek olan iş liderlerinin özsaygısı da yüksektir. Kendilerini üstünlükleri ve geliştirilmesi gereken yönleriy­le birlikte tanımlarlar. Eksikliklerinin üstünü Örten, kendilerini kolla­yan bir tutuma sahip değildirler. Değerler sisteminden kaynaklanan iç seslerini dinlerler. Değerlerini yaşatmak ve yaygınlaştırmak için her fır­satı kullanırlar.

Sahip oldukları özelliklerin bir bölümünün mizaçlarından kaynaklan­dığını ve bunları değiştiremeyeceklerini bilir, onları olduğu gibi kabul ederler. Davranışlarını değiştirerek, mizaçlarının kendilerini zorda bı­raktığı durumları engellemeye çalışırlar.

Duyguları denetleme ve stresle başa çıkma: Olumsuz duygularla başa-çıkmanın başarı için zorunlu bir etken olduğu kanıtlanmıştır. Örneğin bir mağaza zincirinde satışların ve kârlılığın, mağaza yöneticileri­nin stresle başa çıkma yetenekleriyle doğrudan bağlantısı olduğu gö­rülmüştür. Kendisiyle ilgili farkındalığı yüksele olan kişi, engeller ve olumsuz koşullar karşısında ne tür tepkiler vereceğini öngörür; olum­suz tepkilerini denetlemek için önlem alır. Değiştiremediği olumsuz koşullar karşısında da, stresle başa çıkma tekniklerinden yararlanarak olumsuz durumu aşar.

İnsanları motive edebilme: Motivasyonun insanların çalışma isteklili­ğini ve üretkenliğini artırdığı bilinmektedir. İnsanları motive edebilme özelliği, kişinin kendisini ve birlikte çalıştığı insanları başarıya odakla­yarak harekete geçirebilmesidir. Yüksek duygusal zekâya sahip liderler, işlerini daha iyi yapmak için güçlü bir istek duyarlar, bu anlamda başa­rıya ulaşmak için öğrenmeye hevesli ve yaratıcı yaklaşımlara açıktırlar. Başarıya odaklı bir motivasyon, liderin çıtayı gerçekçi ölçüler içinde da­ha yükseğe koymasını çevresindekilerde anlam duygusu yaratmasını ve başarısızlıklarda yılgınlığa kapılmam asını da beraberinde getirir.

Diğerlerini geliştirme: İş lideri değişim başlatma gücüyle öne çıkar. Değişim kurum yöneticileri, bölüm ve birim yöneticileriyle birlikte tüm çalışanlara yaygınlaştırılır.

Yöneticinin önemli vasıflarından biri de sahip olduğu değerlerin ku­rum değerleriyle ne kadar örtüştüğünün farkında olmasıdır. Bu değer­lerle bilgi, beceri ve yetkinliklerinin, performansıyla at başı gittiğini gö­rerek, bu olumlu değerleri çalısına arkadaşları için kullanır ve kullandı­rır. Bireyin kendine değer katması, emek, zaman ve maddi olanakla ger­çekleşir. Yönetici bu etkenleri çalışanları için de hayata geçirecek kişi­dir. Onlara bu olanakları sunarak benzer enerjinin ortaya çıkmasına ze­min hazırlar.

İyimserlik: İyimserlik sorunu çözmez, ama sorunların çözülmesini sağlayan tutumları belirler; kötümserliğin sorunları nasıl daha da için­den çıkılmaz bir noktaya getirdiğini yaşam deneyimlerimizden biliyo­ruz, iyimser olmayan yöneticiler krizi körükler. Ne var ki yapılan ça­lışmalardan iyimserliğin de sınırları olduğunu öğreniyoruz. Bunu, ba­zı kişilerin hayatları ve işiyle ilgili olayları yorumlayışında çok net gö­rürüz. Örneğin gerçekçi olmayan ölçüde iyimser bir kişinin çevresin­dekiler, ortaya çıkan değişimin gelişim değil gerçek bir sıkıntı getirece­ğinin farkındadır. Oysaki o, bu duruma anlam katmak için öyle duygu ve düşünce oyunlarına girişir ki, kat ettiği yolda ana sorunu kaybeder. Hazırlıksızlığı, kötü rastlantıları, yaşadıklarını olağan görmeye hatta sevmeye başlar. Buna, "tedbirsiz iyimserlik" diyoruz. Tedbirsiz iyimserlikleriyle kurumlarını zora sokan, iflasa sürükleyen yöneticiler vardır. Bu tutum, sonucun olumlu olacağı konusunda âdeta batıl bir inançla verileri "pembe" yorumlamaktır. Çoğunlukla bu değerlendir­melerde ender olumlu örneklerin genellenmesi veya etik olmayan tica­ri tutumların kârlılığı sürdürebileceğine olan inanç yatar.

Duyguların ifadesi: Duyguları ne zaman, nasıl ifade edeceğini bilme­nin duygusal zekâyla yakından ilişkisi bu kitabın içinde değişik şekiller­de ele alındı. Duygularını yerinde ve ölçüsünde ifade eden liderler, ekip­leri üzerinde iş sonuçlarına doğrudan yansıyan olumlu etkiler yaratır­lar, iyimserliği merkez alan duyguların aktarımı ise çalışanlarda bağlı­lığı sağlar.

Empati: Duygusal zekanın bir öğesi olan empatinin liderlerin mesleki başarılarına katkısı çok yüksektir. Empatisi yüksek liderler gerek sosyal hayat­larınsa gerekse iş hayatlarında daha başarılı olmakladır. Ayrıca müşterilerin empati merkezli yaklaşımı benimseyen satış liderlerinin daha yüksek satış rakamlarına ulaştığı görülmüştür. CRM çalışmaları, teme­lini yöneticilerin bu tutumlarının sistemleştirilmesinden alır.

Kurumların yassılaştığı ve esneklik kazandığı günümüz iş yaşamında, insan ilişkilerinde yetkin olmanın iş başarısındaki payı giderek artıyor. Bireylerin karşılıklı bağımlı ekipler halinde, kurumların da karşılıklı bağımlı bölüm­ler halinde etkinlik kazandığı, her düzeyde liderlik davranışına olan ihtiya­cın arttığı böyle ortamlarda, duygusal zekânın önemi ve geliştirilmesi öne çıkmaktadır.

Gücü ve ilişkiyi dengeleyememek, yöneticinin, iş hayatına başarısızlık ola­rak yansımaktadır. Düşük Duygusal Zeka gösteren iş liderleri kendilerine atfedilen üs­tün değerleri süratle kaybederler.

Buna rağmen uzun yıllar iş hayatında liderlerin empati göstermeleri güçsüz­lük sayılmış ve otorite kaybına yol açacağına inanılmıştı. Güce dayalı yöne­timlerde, empatinin zaman ve iş kaybı yaratacağı varsayılmıştır.

"Değişim yönetimi" ve "işten ayırma" empatiye en çok ihtiyaç duyulan du­rumlardır. Ayrıca bir iş liderinin başarısı, işten çıkana da çıkarılana da empa­ti gösterebilmesini gerektirir.

Böylece kurumların Duygusal Zekası ortaya çıkar ve çalışanlarla yöneticilerin ilişkileri düzenlenir. Bu duygularla yüzleşmek bir yönetici için zordur, evet, ama günümüzde yöneticilik önemli ölçüde duyguları tanımak, nasıl kontrol edileceğini öğrenmek ve öğretmek­tir. Duygular bulaşıcıdır ve olumsuz duygular daha çabuk bulaşarak bir sal­gın halini alır. Bu salgını önlemek enfeksiyon salgınım önlemekten zordur. Çünkü bulaşma için, sanıldığı gibi sağlam kişinin ajanla, yani olumsuz duy­guları yaşayan kişiyle bir araya gelmesi ve aynı ortamda bulunması gerek­mez. Günümüzde elektronik ortam bile bulaşmayı sağlayabilir. Bu sebeple iş hayatında bireysel ve kurumsal duygusal zekâya da çok rol düşmektedir.

Alabildiğine hızlanan değişim ve beklenmedik gelişmeler, insandan sürekli daha üstün bilişsel yeterlilikler talep ettiği için, duygusal zekâ her zamankin­den daha büyük değer kazanmaktadır. Çünkü değişimi yönetmek, üretkenli­ği artırmak konusunda kişi ve kurumlara önemli olanaklar sunuyor.

Duygusal zekâ, kavram olarak yeni olmasına karşın bu konuda yıllardır ya­pılan sayısız çalışma var. Önemli olan duygusal zekânın, insan yaşamını an­lamlandırmak, daha etkin hale getirmek ve iş yaşamında performansı etki­li bir düzeye çıkarmak için ne kadar önemli olduğunu gösteren bu çalışma­lardan yararlanmaktır.

Duygusal zekâ, kişinin kendisinde ve başkalarında duyguları algılayabilmesi, ayırt etmesi ve yönetmesi, iş başarısı için gerekli olan toplumsal ve duygusal yet­kinlikleri kazanması ve hayata geçirebilmesi için bir temel oluşturur. Umut ve­rici olan şu ki, bu yetkinlikler kazanılabilir ve duygusal zekâ düzeyi artırılabilir.

Duygusal zekâ şu özelliklerin pekiştirilmesiyle gelişebilen ve her yaşta gelişti­rilebilecek bir niteliktir:

Duygularımızı ifade eden asıl dilin beden dilimiz olduğu unutulmama­lıdır. Kendilerinin ve diğerlerinin beden dili altında yatan gerçek duy­gularını anlama yeteneğine sahip kişiler, zekâları normal seviyede bu­lunmasına rağmen, işlerinde daha başarılı olmaktadırlar. İnsanın ken­dini tanıma ve amaçlarıyla imkânlarını kesiştirebilme çabasında en önemli adım, beden dilini tanımakla atılır.

Duygusal zekâda ikinci önemli etken, sahip olunan empati becerisinin düzeyidir. Bireyler kendi ihtiyaçlarından yola çıkarak empatinin ilişki­leri besleyen ana damarlardan biri olduğunu görebilirler. Empati gös­terilmesinin kişide yarattığı anlaşılmışlık duygusu takdir edilerek, di­le getirilmelidir. Empatinin iç dünyayı besleyişi tanımlandıkça empati göstermeye yatkınlık artar.

Duygusal zekâ basamaklarında ilerleyen insanlar kişiliklerinde hoşgö­rü ve esneklik özelliklerini geliştirmelidirler. Zorlayıcı ilişkiler kaçınma doğurur, gerginliğe yol açar. Hoşgörü ise kabulü kolaylaştırır. İlişki ça­tışmaları hoşgörüsüz ortamlarda gelişme zemini bulur. Değişen koşul­lar ve farklı bakış açılarına uyum göstermek hayatı kolaylaştıracaktır. Esneklik stresle başa çıkmayı kolaylaştıran bir kişilik özelliğidir.

Yakın çevreyle olumlu duygusal ilişki, duygusal zekâyı teşhis etmede en önemli ölçütlerden biridir. Çevremizdeki olumlu duygulan yaşa­yan ve yaşatan insanları gözlemlersek bu kişilerin diğer duygusal zekâ özelliklerini de fark ederiz. Bu kişiler genellikle huzur veren duyguları besler. Bu duygu, ilişkilerde yakınlaşmayı ve bağlılığı artırır. Ciddi patolojik bir durum olmadıkça insanlar huzuru yaşama, tadına varma ve yaygınlaştırma eğilim indedir.

Kişilerin, ilişkilerinde ortaya koydukları tavırlarda bireysel amaçlar­la toplumsal amaçlar arasında uyum olmalıdır. Birey topluma kazan­dıracaklarıyla, toplumda edineceği yeri kendi belirler. Kişisel amaçları yüksek değerlerle birleşirse toplumla arasında güçlü bağlar oluşur. Bu gelişimin temelleri eğitim yıllarında atılır, iş yaşamında kendini ve işi­ni anlamlandırma, ürün ve hizmet üretmeyle zenginleşir.

Bireysel özellikler arasında geliştirilecek bir başka nitelik de sinerjik ola­bilmektir. Sinerji, birlikte çalışmayı ve birlikte yaşamayı besler. Çağdaş yaşam, yüz yüze iletişimi azaltarak pek çok konuya bireysel çözüm sun­maktadır. Ne var ki ilişkinin gücüne, ekip çalışmasının verimliliğine hâ­lâ ihtiyaç duyulmaktadır. Etkinin güçlenmesi ve yaygınlaşması sinerjiy­le ivmesini artırır. Galip-galip ilişkileri yaşama anlam katar.

Duygusal zekânın zaman içinde geliştirilen bir özellik olması insanlar için bir şanstır. Bu şansı kullanmak isteyenler, bu kitapta ele aldığımız beş değişken­de adım adım ilerleyebilirler. Ancak önce kişinin kendi içinde kopan fırtına­ları ve nedenlerini teşhis etmesi, çevresindeki insanların farklı duyguları ola­bileceğini kabul edip onları anlamlandırması beklenir. Bununla birlikte hem kendinin hem de çevresindekilerin duygularını yönetecek yetkinlikleri ka­zanması için alıştırmalar yapması uygun olur.

Teknik becerileri ve bilişsel yetenekleri öğrenmeye yarayan düşünen beyin bilgiyi çok çabuk kazanabilir, ama duygusal beyin aynı hızda programlanamaz. Yeni bir davranışta ustalık kazanmak için duygusal merkezler tekrara ve alıştırmaya gerek duyarlar. Davranışlar dizisi ne kadar sık tekrar edilirse, alt­ta yatan beyin devreleri de o kadar güçlenir.