Çizginin Dışındakiler

ÇİZGİNİN DIŞINDAKİLER

Çizginin dışında olmak ne anlama geliyor?

"Çizginin dışındaki" ifadesi, normal deneyimlerin dışında şeyler ya da fenomenleri anlatmak için kullanılan bilimsel bir terimdir.

Yazları Paris'te havanın çoğu günler ılık ile sıcak arası geçmesini bekleriz. Ancak, Ağustosun ortasında, hava sıcaklığının birden bire sıfırın altına düştüğünü hayal edin. İşte o gün "sıra dışı", yani çizginin dışında bir gün olacaktır. Bizler, yazları Paris'te havanın neden sıcak olması gerektiğini bilirken, nasıl olur da sıfırın altında olabileceği hakkında çok az bilgiye sahibizdir.

Bu kitapta çizginin dışında yer alan insanlardan söz etmekteyiz. Bu insanlar, kadın ya da erkek olsun, bir nedenle öyle başarılı, öyle istisnai ya da sıradan deneyimlerin öyle dışındadırlar ki, bizlere Ağustos ayındaki karlı bir gün kadar şaşırtıcı gelirler.

Matthew Etkisi

Başarılı olanlarla ilgili sürekli sorduğumuz soru nedir?

Onların nasıl insanlar olduklarını, kişiliklerini, zeka düzeylerini, yaşam tarzlarını ve hangi yeteneklerle doğmuş olabileceklerini öğrenmek isteriz. Çünkü bu tip özelliklerin, bu insanları zirveye taşımış olabileceklerini düşünürüz.

Biyologlar sık sık bir organizmanın ekolojisinden söz ederler: ormandaki en uzun meşeyi en uzun yapan nedir? Yalnızca en dayanıklı meşe palamudundan büyümüş olması değil, aynı zamanda diğer ağaçların güneş ışığını kesmemiş olması, çevresindeki toprağın derin ve zengin olması, köklerinin bir tavşan tarafından kemirilmemesi ya da tam olgunluğa ermeden bir oduncu tarafından kesilmemesidir.

Başarılı insanların güçlü tohumlardan geldiklerini biliyoruz. Ama onları ısıtan güneş ışığı, köklerini uzattıkları toprak, uzak kalmayı başardıkları tavşanlar ve oduncular hakkında yeterli bilgimiz var mı? Bu kitap, uzun ağaçlar değil, ormanlarla ilgilidir.

Sosyolog Robert Merton, bu fenomene Matthew'in İncilinden esinlenerek "Matthew Etkisi" adını vermiştir:

"Başarılı olanlara, onları daha da büyük başarılara götürecek özel fırsatlar verilecektir."

En büyük vergi muafiyetleri, en zengin kişilere verilmektedir. En iyi öğrenciler, en iyi öğrenimi alanlar ve en fazla dikkat edilenlerdir.

Bu örneklerin de gösterdiği biçimde başarı, sosyologların deyimiyle biriken avantajlardır.

Başarıyla ilgili tercih ettiğimiz düşünce tarzının sonuçlarının farkına varabiliyor musunuz?

Başarıyı o kadar derinden kişiselleştiriyoruz ki, diğerlerini tepelere taşıyan fırsatları kaçırıyoruz. Başarıyı engelleyen kurallar yaratıyoruz. İnsanları çok çabuk başarısızlar listesine dahil edebiliyoruz.

Başarılı olanlara gereğinden fazla hayranlık duyarken, başarısız olanları tamamen görmezden geliyor, ama en önemlisi, bizler de toplum olarak fazlasıyla pasifleşiyoruz.

Toplum olarak, kimin başaracağı ve kimin başaramayacağını tayin etmekteki rolümüzü, olduğundan çok daha küçük görüyoruz.

10.000 Saat Kuralı

Karmaşık bir işi ya da görevi yerine getirebilmek için gerekli olan asgari pratik miktarı ile ilgili araştırmalar, yeniden gündeme gelmiştir. Sonunda uzmanlar gerçek uzmanlık için gereken pratik süresi konusunda nihayet bir görüş birliğine varmışlardır : On bin saat...

Bütün zamanların en büyük müzik dehası kabul edilen Mozart bile, on bin saatin altındaki bir pratikle en üst düzeye ulaşamazdı. Pratik, başarılı olduğunuzda yaptığınız şey değil, başarılı olmak için yaptığınız şeydir.

On bin saatle ilgili en önemli nokta, inanılmaz çok miktarda zamanı işaret etmesidir.

Genç bir yetişkinin bu zamanı, ebeveynlerinin yönlendirmesi, teşviği ve desteği olmadan elde etmesi imkansızdır.

Ya da fakirlerin bu fırsatı elde etmesi, iki yakalarını bir araya getirmek için, en azından yarı zamanlı bir işte çalışmaları gerekeceğinden, mümkün değildir.

O nedenle, bu kadar pratik yapma imkanını, ya özel bir programa alınanlar ya da sıra dışı fırsatlar verilenler bulabilmektedir.

On bin saat kuralı, başarının genel bir kuralı mıdır?

Beatles, Bili Gates ya da sayısız çizgi ötesi kişinin yaşamlarını incelediğimizde, hep başarılı olmalarını sağlayacak özel bir fırsatla karşılaşmış olduklarını görüyoruz.

Bunun anlamı bu kişileri yetenekli, girişimci ya da zeki olmadıkları değil, bunun yanı sıra arzu ettikleri çalışma ve pratik yapma ortamını sağlayan şanslı fırsatlarla karşılaştıklarıdır.

Bu da bizim on bin saat pratik yapma kuralımızı haklı çıkarmaktadır.

Dahilerle ilgili sorun

IQ'nun insanları bir yere kadar başarıya taşıyabileceği fikri, bizim hayal gücümüzü aşmaktadır. Örneğin Nobel Ödülü kazanan kişilerin inanılmaz derecede yüksek bir IQ seviyeleri olduğuna, üniversiteye giriş sınavlarında çok yüksek puanlar elde ettiklerine, her türlü bursu kazandıklarına ve üniversiteden de hatırı sayılır notlarla mezun olduklarına inanırız.

Ancak, IQ'nun bizi taşıyabileceği bir eşik vardır. Bu eşikten sonra, yaşanan şeylerin ve gelişen olayların zeka ile bir bağlantısı bulunmaz.

Basketbol örneğinde olduğu gibi, bir kişiyi takıma uzun boylu olması taşıyabilir ama daha sonra topu sürme, şut atma, hızlı hareket etme, çevik davranma gibi becerileri kazanması gerekir.

İşte burada farkı yaratan şeyin, psikolog Robert Sternberg'in deyimiyle "pratik zeka" olduğu iddia edilmektedir.

Sternberg'e göre pratik zeka, kime neyi ne zaman ve ne şekilde söyleyeceğini bilmekle ilgilidir.

Pratik zeka :

1.           Prosedüreldir : Bir şeyi yapmayı nereden bildiğini bilmeden ya da açıklayamadan yapmayı bilmekle ilgilidir

2.           Doğasında pratiktir : Bilmek adına bilmek değildir. İstediğini elde etmek adına olan biteni doğru okuyabilmekle ilgilidir.

3.           IQ olarak adlandırılan analitik zekadan farklı bir şeydir.

Teknik terimlerle ifade edecek olursak "genel zeka" ve "pratik zeka" birbirlerine ortogonaldır. Birinin varlığı, diğerinin de var olduğunu göstermez.

Çok miktarda analitik zekanız ancak düşük pratik zekanız olabilir, ya da yüksek pratik bir zekanız ancak az miktarda analitik zekanız bulunabilir. Veya oldukça nadir görüldüğü şekliyle, her ikisi de bol miktarda bulunabilir.

Elbette ki daha düşük zeka düzeylerindeki kişilerin de elde ettiği büyük başarılar olmuştur ancak bu kişiler çevrelerinden büyük yardım ve destek görmüşlerdir.

Rock yıldızları, bilgisayar milyarderleri, profesyonel sporcular ve hatta dahiler arasında bile, başarısını tek başına elde eden bir tek kişi bulunmamaktadır.

Kültürel Mirasların Etkisi

Şu ana kadar yaptığımız araştırmalarda, başarının bazı avantajların birikimine bağlı olduğunu da saptamış bulunuyoruz:

•       Ne zaman ve nerede doğduğunuz,

•       Ebeveynlerinizin ne işle meşgul oldukları,

•       Yetiştirilme dönemi şartlarınız,

yaşamda ne kadar başarılı olacağınız konusunda önemli farklılıklar yaratmaktadır.

Burada sormamız gereken soru, atalarımızdan miras kalan tutum ve geleneklerin de, aynı rolü oynayıp oynayamayacağıdır.

Kültürel mirasları ciddiye alarak, insanların neden başarılı olduklarını ya da başarılı olmaları için ne yapmaları gerektiğini ortaya çıkarabilir miyiz? Bence çıkarabiliriz...

Geleneksel bir Güney Çin köyü üzerinde çalışmalar yapan antropolog Goncalo Santos, "Pirinç yaşamdır" demektedir. "Pirinç olmadan, hayatta kalamazsın. Dünyanın bu kısmında yaşamak istiyorsan, pirince sahip olman gerekir."

Bir çeltik tarlası ile ilgili olarak, tam ortasında durmadan kolay kolay anlaşılamayacak olan şey, onun büyüklüğüdür. Ufacıktır.

Tipik bir çeltik tarlası, bir otel odası ile aynı büyüklüğe sahiptir.

Tipik bir Asya çeltik arazisi, iki ya da üç çeltik tarlasından oluşur.

Bin beş yüz kişinin yaşadığı bir Çin köyünü, 180 dönümlük bir arazi doyurmaya yetmektedir.

Bu büyüklük, Orta Amerika'da beş altı kişilik bir ailenin çiftliği ile aynı genişliktedir ve tipik bir çiftlik olarak kabul edilmektedir.

Asya'da ise, beş altı kişilik bir aile, iki otel odası büyüklüğündeki bir çiftlikle yaşamlarını sürdürmektedirler.

Çin'in pirinç tarlalarında, yüksek sıcaklık ve nem altında, yılda üç bin saat çalışan yoksul köylüler birbirlerine şöyle demektedirler:

"Kan ve ter olmadan, yiyecek de olmaz."

"Çiftçiler çalışmalıdır, çiftçiler çalışmalıdır, çiftçiler çalışmalıdır; çiftçiler çalışmazlarsa, kışı geçirmek için gereken yiyeceği nasıl bulurlar?"

"Kışın, tembel adamlar donarak ölürler."

"Yiyecek için Tanrı'ya değil, yükü taşıyan iki eline güven..."

"Ekinin kaderi çalışmana ve gübreye bağlıdır."

"Bir adam çok çalışırsa, tarlası tembel olamaz."

Ve belki de en vurucusu:

"Yılın üç yüz altmış beş günü güneş doğmadan uyanan bir adam, ailesini zengin etmeyi başarır."

Bu pirinç kültürü dışında yaşayan herhangi biri için, bu deyiş, üzerinde düşünülmesi bile zor gelebilir. Ancak Asya kültürü ile ilgili gözlemlerimiz bu atasözünü doğrulamaktadır.

Bugün herhangi bir Batılı üniversite kampüsüne gittiğinizde, Asyalı öğrencileri herkes gittikten çok sonra bile kütüphanede ders çalışırken bulabilirsiniz.

Bazen Asya kökenliler, kültürlerinin bu şekilde tanımlanmasını, bir aşağılama ya da küçümseme olarak görerek üzüntü duymaktadırlar. Oysa ki çalışmayı seven bir kültür kadar güzel ne olabilir...

Duyduğumuz her başarı hikayesi bir kişinin ya da grubun, benzerlerinden daha fazla çalışmasının sonucunda yaratılmıştır.

Bil Gates çocukluğunda bilgisayarına bağımlıydı. The Beatles, Hamburg'da binlerce saat çalışabilme lüksünü elde etti.

Burada öğrenilecek ders çok basittir ama genelde görmezden gelinmektedir.

En iyi, en parlak, en başarılı olanların mitleriyle öyle doldurulmuşuzdur ki, çizginin dışındakilerin sanki topraktan kendi kendilerine yetişiyor olduklarını düşünürüz.

Bili Gates örneğinde, 13 yaşındaki bir çocuğun inanılmaz başarılı bir girişimci olduğu yanılgısına kapılırız. Oysa ki dünya ona 1968 yılında, bir bilgisayarın başında sınırsız zaman geçirme fırsatını vermiştir, o kadar... Eğer bu fırsat bir milyon gence verilmiş olsaydı, sizce bugün dünyada kaç tane daha Microsoft olabilirdi?

Daha iyi ve güzel bir dünya yaratmak için şansla elde edilen fırsatları, büyük tesadüfleri ve doğuştan sahip olunan dehayı bir kenara bırakarak, herkese fırsatlar sunabilen bir toplum olmayı öğrenmeliyiz.